Okuma süresi: 2 dakika

Geçen yazımızda, bir sistemde değişim yaratmak isteyen, mevcut durumdan kendini ve içinde bulunduğu, kendilerinden sorumlu olduğu grubu, şirketi, aileyi, ülkeyi daha iyi bir yere götürmek isteyen kişinin izlemesi gereken eylem planını tartışmaya başladık.

Yazımızı “…insanların seninle gitmesini güvenli hale getirdiğinde, artık nasıl ilerleyeceğimizi, değişimi nasıl harekete geçireceğimizi tartışmanın zamanıdır…” diye bitirdik…

Hadi o tartışmaya girişelim…

Benim de uygulayıcı ve öğreticilerinden olduğum Gestalt yaklaşımının temel değişim teorisinin adı “Değişimin Çelişkili Teorisi”… Bu teoriyi kaleme alan Arnold R. Beisser diyor ki:

“…değişim insan olduğu şeyi tam olduğunda olur, olmadığı bir şey olmaya çalıştığında değil. Değişim bireyin veya bir başkasının baskısı veya ittirmesi ile değil, olduğu şeyi tam olmak,

[onu sahiplenmek, ve anlamak] için zaman ve çaba sarf ettiğinde gerçekleşir.”

Beisser, değişmeye çalıştığımızda, birbiri ile savaş haline iki pozisyonun, yani olması gerektiğini düşündüğümüz şeyle, aslında olduğumuzu sandığımız şey arasında, her ikisi ile de hiç bir zaman
özdeşleşemeden ve kabul edemeden, sonsuz bir döngü içinde gidip gelmemizin çaresizliğinden ve umutsuzluğundan bahsediyor…

IMG_3306

Acaba kendi kişisel gelişim çabamızın, ilişkilerimizin, içinde kendimizi bulduğumuz veya bizim başlattığımız organizasyonel değişim çabalarının bu kadar acı verici ve bu kadar tatmin edicilikten uzak olmasının nedeni bu olabilir mi?

Peki bu, biz değişim peşinde koşan insanlar, liderler için ne demek?

Değiştirmeye çalıştığımız sistem, aile, şirket, her ne ise, kendi içinde bulunduğu durumu tam olarak sahiplenmeden, anlamadan, kabullenmeden değişim bayağı umutsuz bir çaba demek…

Ancak insanlar, ama çok zor olduğu için, ama kendileri ile ilgili algılarının doğru olmadığını kabul etmek zorunda kalacakları için, ama değer sistemlerini ve kimlik algılarını değiştirmek zorunda kalacakları için, şimdiye kadar uzak durdukları, adlandırmadıkları, görmezden geldikleri “mevcut durum” ile yüzleşebilir, onu kabullenebilir, onunla tam ve etkin bir biçimde temas edebilir, ve onu tam olarak anlayıp özümseyebilirlerse, kalıcı değişim gerçekleşebilir.

Çünkü aslında değişim bu farklı parçaların, kişilerin, gerçekliklerin “temas etmeleri”,  birbirine dokunmaları, birbirlerini görmeleri ve kabullenmeleri, karşılıklı gelerek ortak anlayış veya çözüm için pazarlık etmeleri, veya herhangi bir şekilde anlaşamayacaklarının adını koymaları ve bununla nasıl yaşayacaklarını araştırmaları ile olabilir. Bu temas yoksa, o zaman bu parçalar ancak değişime zorlayan “güçlü” unsur odadaysa sanki değişmiş gibi davranırlar, o kişi odadan çıkınca ne yapıyorlarsa onu yapmaya devam ederler.

Ve bu “temas”, ve değişim, bir süredir tartıştığımız gibi hem bireyler, hem de sistemler için o kadar korkutucu bir şey ki, bundan kaçınmak için attığımız taklanın haddi hesabı yok.

Gerçeğe gerçek dememek için, onunla temas etmemek için öyle bir enerji harcıyoruz ki biz, değişmek ve istediğimiz gibi bir hayat, şirket, aile, ilişki, ülke yaratmak için hiç bir ihtimalimiz kalmıyor…

Bizim aile de her aile kadar fonksiyonellik dışı dememek için…

Aslında çalışanlarımız insiyatif almıyor, iletişim eğitimi verelim filan diyoruz da, bu şirkette iddia ettiğimiz gibi bir açık kapı politikası filan yok, insanlar tepedekilerden o kadar korkuyor ki, seslerini çıkaramıyorlar dememek için…

Her ne kadar kendimi demokrat, adil, farklılıklara toleranslı görsem de, aslında bayağı güç sevdalısı, kendi dediğinin olmamasına tahammülü olmayan, ve hatta bazen ırkçı sayılabilecek hislere sahip bir insanım dememek için…

Ben insanların beni sömürdüklerini, iyi niyetimi kullandıklarını, yaptığım iyiliklere hep bencillikle karşılık verdiklerini iddia ediyorum, ama aslında en bencil benim, kendimle ilgili öyle bir değersizlik duygusu içindeyim ki, insanlara benimle kalsınlar diye rüşvet veriyorum ve onları kontrol etmeye çalışıyorum dememek için…

Ne yaparsam yapayım, ister genel müdür, ister patron, ister başbakan, isterse dünya başkanı olayım, içimdeki yetersizlik ve anlamsızlık duygusu geçmeyecek, ve bu zayıflık duygusundan kurtulup güçlü hissetmeye çalışırken hem kendime, hem sevdiklerime, hem de hizmet etmekle sorumlu olduklarıma tahmin edilmez zararlar veriyorum dememek için…

…o kadar büyük bedeller ödüyor ve ödetiyor, ve eylem ve davranışlarımızla aslında ulaşmak istediğimiz şeye ulaşmamızı o kadar imkansız hale getiriyoruz ki…

yol haritası 21

İşte bu yüzden, ilerlemenin ve değişimin yolu, olmak istediğimiz ve olmadığımız bir şey gibi düşünerek, davranmaya çalışarak ve kendimizi o yönde zorlayarak değil, aslında o anda olduğumuz şeyi, mevcut gerçekliği tam olarak sahiplenerek, o çatışmalı durumun içinde uyanarak gerçekleşiyor.

İster bir birey olarak kendi içinizde ve hayatınızda, ister içinde bulunduğunuz sosyal sistemlerde değişime girişecek olun, eğer kalıcı değişim yaratacak şekilde liderlik yapacaksanız, mutlaka bu yüzleşmelerin, bu temasın gerçekleşmesini sağlamak, bu çatışmaları çıkarmak, hasır altındaki çatışmaları görünür hale getirmek, ve onları yönetmek zorunda kalacaksınız.

Başka yolu yok.

Güzel güzel, çatışmadan, duygularla uğraşmadan, hep beraber hem fikir olarak, hep anlaşarak değişmek diye bir şey yok. Değişim sürecini ve kaçınılmaz çatışmaları etkin bir liderlik göstererek yönetmek var: İnsanları tolere edebilecekleri seviyede rahatsız ederek.

Ve işte liderin görevi de bu. Bu çatışmayı başlatmak, yönetmek, fasilite etmek… Ve bunu dayanılabilir sınırlar içinde tutmak. Gelecek yazımızda bunu nasıl yapabileceğimizi tartışmaya devam edeceğiz.