Herkes değişim istiyor. Ama kimse değişmek istemiyor. Bunda bir gariplik, tutarsızlık yok mu sizce de?

Bir kurtarıcının, akıllı, karizmatik, cesur, ehil, güçlü, bize karşı şefkatli, diğerlerine karşı sert ve güçlü, her zaman eğrisini doğrusunu (yani bizim gibi) görebilen, ancak her zaman herkesin desteğini alabilen, vs. bir liderin çıkmasını ve her şeyi bir anda, hızlıca, bize hiç bedel ödetmeden düzeltmesini bekliyoruz.

İster bireyler, isterse de bireylerin oluşturduğu sosyal sistemler olsun iki çeşit problemden bahsedebiliriz. Birincisi teknik problemlerdir. Teknik problemler uzmanlıkla çözülür. Bilgisayarınız bozulduğunda teknik uzmana götürürsünüz. Birinin kalp rahatsızlığı varsa kalp hastalıkları “uzmanı” hekime gider. Tabi uzmanlık yeterli değildir, bir de “otorite” vermeniz gerekir bu uzmana veya kişiye. Bilgisayarınızı açıp kurcalaması için otorite. Kalbinize elleriyle dokunması için otorite. Bu anlamda otorite aslında bir sosyal hizmet kontratıdır, bir kişi veya bir grup insan bir kişiye belli bir hizmet karşılığında bu otoriteyi teslim ederler. Bu hizmet her zaman üç şeyi içerir: Bizi sağlığa, işlevselliğe, rahata, huzura, bolluğa, yemeğe götür. Buraya giderken de kaotik olmasın, düzen olsun. Yolda da aman başımıza bir şey gelmesin, bizi tehlikelerden uzak tut. Yani: yön, düzen, koruma.

Güzel. Probleminiz teknikse, ve doğru uzmanı bulduysanız harika. Ancak bir de şunu düşünün: Diyelim ki kalp hastası kişi uzman hekime gitti ve hekim tüm otorite ve uzmanlığını kullanarak harika bir ameliyat yaptı ve kişinin yaşamını tehdit eden durumu ortadan kaldırdı. Bu hekim, tüm uzmanlığını ve otoritesini kullanarak hastasının bundan sonra sağlıklı bir yaşam yaşamasını sağlayabilir mi? Tabi ki hayır. Neden mi? Çünkü bu kişinin kendisini en başta hasta eden alışkanlıklarını değiştirmesi gerekecek. Yeme düzenini, yaşam stilini değiştirmesi gerekecek. Kendisini rahat, huzurlu hissettiren, ona haz veren alışkanlıklarını değiştirmesi gerekecek. Hatta kimlik tanımını değiştirmesi gerekecek: “Ben sağlıklı bir insanım”dan “ben kalp rahatsızlığı olan bir insanım”a dönüşmesi gerecek kimlik tanımının.

Yani değer verdiği bir şeylerden vaz geçmesi, onların yasını tutması gerekecek. Bu tip değişim ihtiyaçlarına Adaptasyon Gerektiren Zorluk deniyor. Adaptasyon kelimesi tanıdık gelmiş olabilir, Evrim Teorisinden… Hani bir türün varlığını devam ettirebilmek için adapte olabilmesinin gerekliliğinden bahseden Evrim Teorisi’nden…

Yaşamı tehdit eden bir rahatsızlıkla karşılaşan kişilerden kaçının bu değişimi gerçekleştirdiğini biliyor musunuz? Her 8 kişiden sadece biri. Çünkü biz her şey değişsin istiyoruz, ama biz değişmeyelim istiyoruz. Biz bedel ödemeye razı değiliz istediklerimizle ilgili. Hep bedeli başkalarının ödemesi gerektiğini düşünüyoruz.

Şimdi bir lider gelsin de çözsün dediğiniz problemlere bir bakın. Bunların sizce ne kadarı teknik problemler, yeterince otoritesi olan ve kendisinde veya oluşturduğu ekipte uzmanlık olan bir liderin erkini kullanarak çözebileceği? Yoksa tüm bu problemler aslında en kallavisinden adaptasyon gerektiren zorluklar olabilir mi? Acaba “verin yetkiyi çözeyim tüm problemleri” diyen liderler bu hataya mı düşüyorlar defalarca, ve öğrenemiyorlar mı hem başkalarının hem de kendi deneyimlerinden? Yoksa biz de mi aynı tuzaktayız? Hala ben daha çocukken, 70’li yıllarda Demirel’i destekleyenlerin “kurtar bizi baba” kafasından bir türlü çıkamadık mı?

Yoksa bu problemlerde ilerleme sağlamak için toplum olarak, toplumun farklı segmentleri olarak, ve bu toplumun üyesi bireyler olarak hepimizin kendi düşünüş, davranış, yaklaşımlarımıza bakıp, herkesin bedel ödemesi, herkesin bir şeylerden vazgeçmeye razı olması, herkesin bir kayba razı olması mı gerekiyor acaba? Yoksa hepimizin gerçeklerle uyuşmayan çocuksu hayalciliği bırakıp burada gerçekten ne olduğu ile doğrudan ve canımızı acıtan bir buluşma mı yaşaması gerekecek?

Unutmamamız gereken şey, belki de şu: Adaptasyon gerektiren zorluklarda kökten çözümler olmaz. Ancak ilerleme olur. O ilerleme de adım adım olur. O adım adım da ancak o probleme taraf olan her kesimin, her kişinin o problemin bir parçası olduğunu fark ve kabul etmesi, ve bu farkındalık ve kabulün kendilerince çok değerli olduğunu düşündükleri bazı şeyleri, bazı düşünceleri, bazı yaklaşımları değiştirmesine razı olmaları ile mümkün olur. Bu problem ister toplumsal ve küresel barış olsun, ister depremde yıkılan o binaları yapan zihniyet olsun, ister şirketinizde, takımınızda yapmaya çalıştığınız değişim olsun, ister eşinizle olan anlaşamadığınız konu olsun, ister ergen çocuğunuzla girdiğiniz çatışma olsu, isterse de değiştirmek istediğiniz alışkanlıklarınız olsun, böyle. O eleştirdiğin zihniyet, o açgözlülük senin benim zihnimizde de yaşıyor. O zihniyet geçen gün yolda gördüğüm bir konut projesinin reklamında yatıyor: “Lüksün birazı olmaz, bir fazlası olur”. Sahip olduğundan, yaşadığından, hissettiğinden hep bir fazlasına talip olan tarafımızda yatıyor.

Ve belki de insanlığın tüm ıstırabı işte burada yatıyor belki de, ne dersiniz?

İşte 3 Ekim’de başlayacak olan ve bu yıl 3.sünü gerçekleştireceğimiz “İnsanların Kendi Önlerinden Çekilmelerine Destek Olmak” webinar serisi bu çözümsüz gibi görünen problemleri nasıl doğru anlayabiliriz ve nasıl ilerleme kaydedebiliriz, işte bu sorulara yanıt arıyor. Ülkemizin ve dünyanın haline bakınca bu yıl webinarımızı artan fiyatlara rağmen geçen seneki fiyatının yarısından azına sunarak mümkün olduğunca kişiye ulaşmak istedik. Bu webinarla ilgili bilgilere buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.