İçimden geçtiğimiz bu günlerde Cem Şen Hocamın bu konu üzerine yaptığı bir konuşma, bana hayatımda gittiğim ilk mülakatı hatırlattı bana.

Hiç unutmuyorum, yurtdışında yaptığım lisans üstü eğitimimi bitirmek üzereydim ve Türkiye’ye mülakatlara katılmak ve bir iş bulmak için gelmiştim. Karşımda çok başarılı ve çok saygı duyulan bir genel müdür vardı.

Konu benim askerlik durumuma geldi. Okuduğum okulda asistanlık yapsam da kısa dönem askerlik için gerekli koşulları sağlayamamıştım. O genel müdürün suratındaki tepeden bakan ve iğneleyici ifadeyi bugün de hatırlarım:

“Bir şekilde halledemedin mi? Sen İŞBİTİRİCİ değil misin?”

Bu saygın ve tanınmış iş insanından aldığım bu yanıt, bu afetin felakete dönüşmesinin arkasındaki önemli nedenlerden biri gibi geliyor bana, ne dersiniz?

Tabi ki liyakatsiz, işinin ehli olmayan kişilerin bu kadar kritik işlerin başında olması neden. Ama bu kişilerin buraya getirilmesinin arkasında ne var?

Tabi ki doğru ve yanlışın birbirine karışmasının, taraf ve parti ayırmadan söylüyorum politik çıkarların her türlü değerin önüne geçmesi neden. Ama bunun ardında da ne var?

Tabi ki tüm yanlış yapılanları ve yapanları gözlemleyen, tanık olanların seslerini çıkarmaması, buna cesaret edememesi neden. Ama bunun ardında ne var?

Buddha, insanlar da dahil tüm varlıkların ıstırap içinde yaşamalarının ardında üç zehrin olduğunu söyler: Açgözlülük, Öfke ve Cehalet.

Bu büyük felakete bakınca hepimiz açgözlülüğü görüp bunu bir ölçüde anlayabiliyoruz. Hatta bu duruma, bu açgözlülüğü yapabildiğini düşündüklerimize öfke duyuyoruz. Karşı “kamp” olarak gördüğümüz kişilerin korku ve öfkeleriyle yaptığı yanlış işlere öfkeleniyoruz. En fazla da cehalete kızıyoruz, bizim gibi düşünmeyen, cahil insanlar tarafından desteklenen cahil kişilerin bu felaketin nedeni olduğunu düşünüyoruz. Veya diğer kamptaysak, bu kişileri suçlayan kişilere öfkeleniyor, bu boyutta bir felakete kolaysa onlar gelip yanıt verseydi diyor, onları açgözlülükle, cehaletle hatta nefret suçu işlemekle suçluyoruz.

Tabi ki haklıyız. Evet, bu kadar açgözlülük varsa, tabi ki ahlaksızlık, tabi ki özensizlik, tabi ki acı, tabi ki ıstırap kaçınılmaz. Doğru. Ancak problem benim bu yazdığım yazının başında anlattığım olayda yatıyor. Bu kişi toplumda göz önünde olan, kendisi ve ailesi ülkenin refahı, insanların eğitilmesi, cehaletten kurtulması, erdemli yaşamlar yaşaması için uğraşan bir kişi. Ancak onun da içinde bir yerde “iş bitirici olmayan, kendi faydasına olan yerde kuralların ve kaidelerin dışına çıkıp da yakalanmayı beceremeyen kişi başarılı olamaz” inancı saklı. Senin, benim ve muhtemelen hepimizin içinde olduğu gibi.

Ormanların içinden fırlayan beton blokları görünce neredeyse hepimiz “ya şu güzelim ormanın içine nasıl etmişler, nasıl kıyıyorlar buraya, nasıl izin veriyorlar bu yapılaşmaya!” diye tepki gösteriyoruz. Haklıyız da. Ancak o arazinin sahibi olup da aynı beton blokları oraya yapabilmek için çaba göstermeyecek acaba kaç kişi vardır?

Dere boylarına yapılan evlerle ilgili müteahhitleri, belediyeleri, politik iradeyi suçluyoruz. Haklıyız da. Ancak bizim elimizde o arsalar olsa, acaba nasıl çaba gösteririz imar izni almak için? Buralara imar gelecekmiş diye tarımsal açıdan değerli bir araziyi satın alan kaç kişi vardır bu yazıyı okuyanlar arasında? Veya yakın zamanda tarladan dönüşen bir yeri satın alan?

Acaba bir konut sahibi olan ve herhangi bir dönemde imar affı, imar barışı adı altında yapılanlardan bir şekilde faydalananlar da (evet, “aman canım benimki ufak bir oda ekletmekti, aynı şey mi” diyenler de dahil) bu yazıyı okuyan, haklı bulan veya bu imar aflarını eleştiren kaç kişi vardır?

Bu yazımdan dolayı da bazılarını öfkelendireceğimi biliyorum. “Onunla bu aynı şey mi?” diyeceksiniz belki de. Unutmayın, “bütünlükten azıcık sapma diye bir şey yoktur”. Ya bütün ve her eyleminizle ehilsiniz, ya da değilsiniz. Ya özenlisiniz, ya da değilsiniz. Azıcık diye bir şey yok. Yoda’nın da dediği gibi, yap veya yapma, denemek diye bir şey yok. Ufacık bütünlükten sapmalar, uzun dönemde büyük yıkımlara neden olur, hem kendi zihinsel ve duygusal dünyamızda, hem bedenimizde, hem ilişkilerimizde ve yaşamımızda, hem toplumun yapısında, hem de binalarımız ve şehirlerimizde.

Tahmin ediyorum ki bazılarınız ben hiç öyle bir şey yapmadım, yapmam da diyor. Eğer yukarıdaki koşullara uyuyorsanız, yani ormanlık, kıyı şeridi, değerli tarım arazisi ve benzeri korunması gereken bir araziniz ve benzeri varsa ve gerçekten doğrusu bu olduğu için yapmıyorsanız, hatta belki de bu arazileri korunmaları için elde tutuyorsanız, ne mutlu size. Herhangi bir konuda hiçbir yan veya kestirme yola sapmıyorsanız harika. Gerçekten sizi tebrik etmek isterim. Ancak bu koşullar sizin için geçerli değilse ve yine de bu iddiada bulunuyorsanız, size Abraham Lincoln’un sözünü hatırlatmak isterim:

“Zorluklara herkes dayanır. Birisini tanımak istiyorsanız ona güç verin.”

Gestalt önermelerinden birisi “davranışı içinde bulunulan bağlam ve koşullar belirler” diyor. Kendimizi benzer koşullarda bulduğumuzda bizim eleştirdiğimiz davranışları göstermeyeceğimize eminsek eğer, o zaman ciddi bir risk var! Muhtemelen aynı tuzağa biz de düşeceğiz.

Uzun zamandır öğrencisi olduğum Cem Hocamın konuşması işte buradan ilham verdi bana. Cem Şen konuşmasında, Buddha’nın “Korunma Sutra”sından beni çok etkileyen bir parça üzerinde durdu. Benim de başucumda duran, Buddha’nın korunmak için kime nasıl dua etmelerini gerektiğini kendisine soran bir kişiye yaptığı konuşmayı aktaran bu sutranın (Pali dilinde öğreti) tamamı çok değerli, ama başındaki birkaç cümle bile yeterli belki de:

“Aptalı kendine yoldaş yapma,
Bilgeyi kendine yoldaş yap.
Saygı duyulması gerekene saygı duy,
Bu en büyük korunmadır.”

Çok açık. Ve unutma: Sen de aptalca, cahilce davranma. Açgözlülüğünü, istediğini elde edemeyince duyduğun öfkeyi fark et. Ulaşmak istediklerinin seni gerçekten ve kalıcı olarak mutlu edeceği cehaletinden kurtulmak için çabalamaya başla. Herkesin kötü, senin iyi olduğun safsatasından kurtul. Bu olmasaydı, bunlar olmasaydı, bunlar yönetmeseydi bunlar olmazdı demeyi bırak. Sen de, belki başka şekilde, ama açgözlüsün, öfkelisin, cahilsin. Bilgeliğe yatırım yap. Bilgece davran. Bilgeliğin her şeyi, bazen hoşuna gitmese de, ve özellikle de öyle olduğu zamanlar olduğu gibi görmek, kendini ve arzularını aradan çekerek doğru değerlendirmekle başladığını fark et. Önce sen aptallık yapmayı bırak, önce sen bilgeliğe aday ol. Ve önce sen saygı duyulması gereken bir insana dönüş. Özenli. Bütünlük içinde. Duyguları ile hareket etmeyen. Ehil ve ehil olmayanı ayırt edebilen. Kendine maliyeti olsa da her zaman doğruyu yapan, söyleyen.

Bunları okuyacaksınız ve muhtemelen bana hak vereceksiniz. Belki içinizde bu konuda eyleme geçmek için bir istek, bir kararlılık belirecek. Ama yarın, aynen bir sarkacın bir yöne doğru maksimum hareketini tamamlayınca diğer yöne gitmesi gibi unutacaksınız. Ben de, aynen bu yazıda yazılanlara kendisi de tabi olan, kendisi de aynı cehalette olan bir insan olarak belki ben de unutacağım.

Nasıl unutmayacaksınız? Nasıl uyanık kalmaya ve bu cehaletten kurtulmaya çaba göstereceksiniz?

Belki de afetlerin felakete dönüşmesini engelleyecek en önemli soru, bu.