Buddha, “Upajjhaṭṭhana Sutra”da (sutra: öğreti, Buddha’nın konuşmaları) hepimizin hemen her gün hatırlaması ve üzerinde tefekkür etmesi gereken beş hakikatten bahseder:
-
Ben de yaşlanmaya tabiiyim, yaşlanmaktan muaf değilim.
-
Ben de hastalanmaya tabiiyim, hastalıktan muaf değilim.
-
Ben de ölüme tabiiyim, ölümden muaf değilim.
-
Sevdiğim, değer verdiğim hemen herşeyle ve herkes ile bir gün vedalaşmak, ayrı düşmek zorundayım.
-
Eylemlerimin tek varisi benim. Bu eylemler ve sonuçları benim gerçekliğimi, kim olduğumu, beni belirler.
Buddha bu gerçekleri düşünmeden, bunları göz ardı ederek, unutarak yaşayanların gençliklerinin, sağlıklarının, yaşıyor olmanın kibiri ile, sahip olduklarına ve sevdiklerine tutku ile tutunarak ve kendi davranışlarının ve bu davranışlarla ektikleri tohumlardan doğan sonuçların sorumluluğunu almadan yaşadıklarında, düşünceleri ile, sözleri ile, ve eylemleri ile hem kendileri hem de başkalarına ıstırap yaratmaktan başka şansları olmadığını anlatır Sutrada. Gerçekten erdemli bir yaşam yaşayabilmenin, ve bilgelik geliştirebilmenin tek yolu belki de bu beş hakikati hemen her gün hatırlamaktan, hatta mümkünse hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamaktan geçiyor. Sakya kavminin el üstünde tutulan, hayatın herhangi bir acısı ile yüzleşmesine müsaade edilmeden büyütülen (helikopter ebeveynlik o zamanlar da varmış 😉) prensi Siddharta, 21 yaşında dört ilahi haberci ile (bir hasta, bir yaşlı, bir ölü, bir de keşiş) karşılaştığında işte bu hakikatlerle yüzleşerek, onlara uyanarak onu bir Buddha yapacak (Buddha = tam ve mutlak aydınlanmaya ulaşmış kişi) yola çıkar. Bu hakikatlerle karşılaşmak onu bir nihilist yapmaz. Tam tersine bu gerçeklerden kaçmaya çalışmanın ıstırabı ile, korkusu ile, uyuşukluğu ile yaşamaya çalışan tüm varlıklara karşı büyük bir şefkat doğar Siddharta’nın yüreğinde.
Ve bu hakikatler, bu ilahi haberciler, her zaman her dakika hepimizin önünde, bizi uyanmaya davet ediyor. İşte sevgili babamın hafızasını, zihnini be sonunda bedenini ele geçiren hastalığı ve sonucunda bu yaşam döngüsünü bitirmesi işte benim için her dakika önümde olan habercilerin sonuncusu, ve belki de sesi en güçlü çıkanlarındandı. Özellikle babamın demansı ilerlediğinde onu, onu başarısı, zekası, yaratıcılığı, kendi alanındaki (ve bir çok farklı alandaki) bilgisi ile tanıyan bazıları “Hüseyin de Alzheimer olabilir miydi yahu” diye hayret eder, üzülür ve serzenişte bulunurken aslında herkesin hastalığa, yaşlılığa ve ölüme tabii olduğu, bazı özelliklerimizin bizi başımıza geleceklerden kurtaramayacağı gerçeği hemen gözümüzün önünde, apaçık ortada duruyordu. Babamın yaşamının son bir yılında bakımevindeyken ve son 22 gün hastanede yoğun bakımda yatarken o bakımevinde, o hastane yatağında gün be gün eriyen, yaşlılığın ve hastalığın pençesinde ıstırap çeken, adım adım ölüme yaklaşan ve sonunda bu bedeni terk eden kişi sadece babam değildi. O yatakta yatan tüm sevdiklerimdi, o yatakta yatan bendim, o yatakta yatan sen bu yazıyı okuyan kişiydin, o yatakta yatan şimdiye kadar yaşamış ve bundan sonra yaşayacak tüm insanlar, hatta tüm varlıklardı.
Ölümün kesin, ancak ne zaman olacağının belirsizliği, bizi korkuyla başka tarafa bakmaya zorlayarak uyuşturabilir, dünyanın, geçici hazların, aç gözlülüğün, öfkenin ve zihnimizdeki sanrıların elinde ehil olmayan düşüncelere, sözlere, davranışlara, bunlarla daha da çok ıstırap yaratmaya itebilir. Ancak eğer bu beş gerçeği her gün hatırlarsak, üzerinde tefekkür edersek bu kesinlik ve belirsizlik bizi bilgeleştirebilir, hatta belki bu gerçeği Buddha gibi hayatımızın merkezine koyabilirsek bizi zihnimizin tüm bağlarından kurtarabilir. Tercih bizim.
Ve unutmayın: “Günler uzun, yıllar ise kısadır”.