Bugün bir telefon görüşmesinde, konuştuğum kişi “peki bu duyguların, hislerin, bedenin, deneyimin farkında olmak yeterli mi? Bu gelişim yolunda ne anlama geliyor?” diye sordu. Aklıma bundan bir süre önce yazdığım bir yazı geldi ve gülümsedim. Kendisine söz verdim o yazıyı bulup göndermek için. Tekrar baktığımda biraz günceleme istediğini fark ettim ve yeni halini sizlerle de paylaşmaya karar verdim. Umarım keyifle okursunuz…
Bir çoğumuz aynı noktada bulduk kendimizi… Kim ve ne olduğumuzla, çevremizdeki insan, olgu ve olayların kim ve ne oldukları ile ilgili bizi bugüne ve bulunduğumuz yere kadar taşıyan hikayelerimizin tam da gerçek olamayabileceğini fark ettik bir gün. Bir gün fark ettik ki biz aynada yansıyan görüntümüzü kendimiz sanıyoruz, aynadaki görüntünün saçını kesmeye, aynanın üzerine makyaj yapmaya çalışıyoruz. Ve bunu bu şekilde sanmamızın gerçek nedeninin kendimizle ve dünyayla ilgili tanımlarımız üzerinde hiç düşünmememiz, bütün bu tanımları, kimliği, inançları bize verildiklerinde hiç çiğnemeden yutmuş olmamız olduğunu fark ediyoruz belki de.
O zaman Sokrat’ın meşhur duruşmasında söylediği “üzerinde tefekkür edilmemiş bir yaşam, yaşamaya değer değildir” lafının anlamını da kavrıyoruz biraz. Kendimiz, olgular, dünya üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye başlıyoruz. Bir psikologa, koça veya ruhsal öğretmene gidiyoruz bazen.
John Welwood, bu sorgulamanın ve tefekkürün her seferinde derinleşen bir kaç seviyede yapıldığını söylüyor. Benim öğretmenim Cem Şen’den öğrendiklerim, kendi yolumda özellikle de düştüğümde hangi taşa takıldım’a çoğu zaman hocamın yardımı ile bakarak öğrendiklerim, ve hatta Buddha’dan ve diğer büyük ustaların sözlerinden anladığım yol, benim anlayabildiğim kadarı ile şuna benziyor az çok:
Önce haritayı edinelim…
İlk önce kavramsal sorgulamamız başlıyor. Yeni kavramlar, yeni yaklaşımlar, yeni teoriler öğreniyoruz. Bilişsel davranışçı yaklaşımlar ilgimizi çekiyor bazılarımızın, bazılarımız Dharma yoluna giriyor, diğerleri Adler’in veya Jung’un modellerine çekiliyor. Dharma konuşmaları dinliyoruz, Sufi sohbet meclislerine katılıyoruz. Bir sanghaya veya ihvana katılıyor, kavramsal olarak anlamaya çalışıyoruz içinde yaşadığımız yerin aslında ne ve nasıl bir yer olduğunu. Yaşamımızda olanlara, olgulara, kendi zihnimize ve benliğimize bu öğretilerin ışığında incelemeye başlıyoruz. Yaşadığımız olayların içinde dört soylu gerçeğin nasıl ortaya çıktığını, geçiciliğin nasıl ıstırap verdiğini inceliyoruz. Başımıza gelen kötü şeylere veren tepkimizde nasıl Külli iradeyi reddettiğimizi, hangi arketipin etkisi altında olabileceğimizi sorguluyoruz. Zihnimizin nasıl kul değil de tanrı olmaya çalıştığını ve bunun nasıl bizi kendimizden koparttığını fark etmeye çalışıyoruz.
Fark edeceğiniz gibi bu sorgulamayı hala aynı, kendini olmadığı bir şeyle kimliklendirmiş “zihin” ile yapıyoruz. Ancak bunda bir problem yok. Hatta bu çok ama çok önemli bir çalışma. Buddha bunu “batmış bir dikeni yine dikenle çıkarmaya çalışmak”a benzetiyor. Ancak bu tip bir sorgulamada takılıp kalmanın riskleri de var. Özellikle teori ve kavramları gerçekte olmakta olanla karıştırma, zihnimizin içinde kaybolma riski var. Yani haritayı bölgenin kendisi sanma riski… Haritadan kafayı kaldırıp da hiç çevrede olanlarla bakmama riski…
Hatta bu çalışmayı, aslında bizi götürmeye çalıştığı yerden, gerçek deneyimle doğrudan yüzleşmekten kaçmak için kullanma olasılığı var. Geçicilikten, varoluşun içi boş doğasından saatlerce konuşup, hatta gerçekleşen bazı olguları bu pencereden yorumlayıp, bu sayede bu geçiciliğe ve boşluğa temas ettiğimizde içimizde doğan büyük hüzün, acı ve korkuyla hiç bir zaman yüzleşmemek var.
Sonra bölgenin içine dalalım…
İşte bu yüzden kavramsal sorgulamayı temel alıp bir sonraki aşamaya, deneyimsel sorgulamaya geçmemiz gerekiyor. Doğrudan deneyimimizin, şimdi şu anda zihnimizde, duygularımızda, hislerimizde yaşamakta olduğumuzun içine, ancak bunun içinde kendimizi kaybetmeden, farkındalığımızı hiç bir zaman bırakmadan girmemiz gerekiyor. “acımızı namusumuzla yaşamak” gerekiyor. Korktuğumuzu, utancımızı, isyanımızı, çaresizliğimizi, zihnimizin içindeki kavramlarla değil, bedenimizde ve kalbimizdeki tezahürü ile doğrudan deneyimlememiz gerekiyor. Bunu yapabilmenin tek yolu da bizi buraya kadar getiren kavramları, teorileri, öğretileri ama geçici olarak bırakıp deneyimimizin doğrudan kalbine temas etmek için cesaret edebilmek.
Çünkü kavramsal sorgulama her ne kadar bize nerede olduğumuzla ilgili genel bir bilgi verse de bu yeri tam olarak deneyimlemek, derinden anlamak ve buradan hareket edecek enerjiyi yaratmak açısından yetersiz kalıyor. Bunu yapabilmek için olguları ve içimizde nasıl yankı bulduklarını doğrudan deneyimlemek, zihnimizin sözde bizi koruyan ve bu sayede bizi bulunduğumuz yerde çakılı tutan perdelerinin ötesine geçebilmeyi becermemiz gerekiyor.
Eugene Gendlin’in Focusing’i gibi, Gestalt yaklaşımının şimdi ve burada, deneyime odaklanan, bu deneyime doğrudan farkındalık getiren, ve bu sayede sıradan gibi gözüken olguların oldukça sıradışı farkındalıklara dönüşmesini sağlayan teknik ve çalışmalar, güçlerini bu tip bir sorgulamayı merkezlerine almalarından alıyorlar. Theravada ve Tibet ekollerindeki bazı pratikler bunu hedefliyor. Bu yüzden bunu yapmayan ve daha çok zihinsel/kognitif düzlemde kalan çalışmalara göre hem daha korkutucu, hem de daha etkili bir izlenim yaratıyorlar. 3 Şubat’ta başlayacak Koçlukta Duygularla Çalışmak online çalışmasında işte bu ve benzeri tekniklerin nasıl çalıştığı, bu teknikleri nasıl kullanmaya başlayabileceğimiz, ve daha da ustalaşmak istersek nasıl bir yol izlememiz gerektiği üzerinde çalışacağız hep birlikte.
Ancak bu tekniklerin de ilerisi var. Hala bir niyetle, bir değişim umudu ile, hala bir strateji ile yaklaşıyoruz deneyimin kendisine. Hala bir ego, olduğu şeyi daha iyi bir hale, daha iyi bir versiyonuna dönüştürmeye çalışıyor. Hala dualist, ikici zihnin sınırları içindeyiz. Hala bir değiştirmek isteyen, ve bir değiştirilmeye çalışılan var. Her ne kadar Gestalt Değişimin Çelişkili Teorisi “insan olmadığı bir şeyi olmaya çalışarak değil, olduğu şeyi tam olarak, onu tam sahiplenerek değişir” dese bile, hala değişim amacı, bizi dualist zihnin içinde tutuyor.
Bunda bir problem yok. Hatta bir çok amaç açısından bu çok iyi. İnsanın kendi olduğu şeyi reddetmeyi bırakması, duygu ve hislerini reddetmeden ve onların içinde kaybolmadan sahiplenmesi, her türlü iyileşmenin ve etkinliğin, duygusal olsun olmasın her türlü “zeka”yı geliştirmenin en iyi yollarından. Ruhsal yolda ilerlemek isteyen bir insan için bile çok iyi: en azından tam olarak neyle uğraştığını daha iyi bilir hale geliyoruz. Ve ancak koçlukta veya terapide kullandığımız, Gestalt gibi deneyim odaklı teknikler bile ancak buraya kadar getiriyor bizi belki de.
Tutunmadığında ne tutarsın?
İşte bundan sonrasında bizim olgulara, kendimizi ve kimliklerimizi her an yeniden oluşturma sürecimize, bununla şekillenen deneyimlerimize tam, tarafsız ve çıplak, içinde herhangi bir niyet olmayan bir farkındalıkla bakmaya başladığımız gerçek ruhsal çalışmamız başlıyor. Buddha’nın “tam ve mutlak aydınlanmaya giden tek ve doğrudan yol” olarak adlandırdığı Satipatthana Sutra’da işte bunun yöntemi anlatılıyor. Batıda temel amacından ve bizi gerçek özgürlüğe götürecek en önemli parçalarından arındırılarak etkinliğimizi ve ruhsal huzurumuzu arttıracak “Mindfulness – Bilinçli Farkındalık”a indirgenen hali ile biliyor olabilirsiniz bunu. Bu şekli kesinlikle çok faydalı, ve bu şekilde yayıldığı için çok mutluyum. Ancak kendi deneyimine doğrudan dokunmaktan kaçan, duygu ve hislerine farkındalık getirmeyi öğrenmemiş bir kişi için bu çalışma, özellikle sadece bu çerçevede ve doğru şekilde yapılmadığında aslında yüzleşmesi gereken acı ve ıstırabınan kaçmak ve sayede onların esiri olmaya devam etmek için başka bir uyuşturucuya da dönebiliyor.
Aslında gerçek farkındalık çalışması deneyimleri oldukları gibi, müdahale etmeden gözlemlemek, onların ortaya çıktıklarında ortaya çıktıklarının, buradayken burada olduklarının, ve geçtiklerinde de geçtiklerinin farkında olmayı, hiç birine tutunmadan ben sandığım, kendimi kendileriyle kimliklendirdiğim olguların benden bağımsız hareketlerini izlemeyi içeriyor belki de. Bu sayede de bizi işte o aynada ben sandığımız görüntülerin boyunduruğundan kurtarmaya başlıyor, bu görüntülerin aynen dediğimiz gibi, sadece birer görüntü, kendimizle ilgili, dünya ile ilgili hikayelerin yine aynen sadece birer hikaye olduğunu doğrudan deneyimlemeye başlıyoruz. Doğrudan sezgisel bilgiye, içgörüye açılmaya başlıyoruz. Zihnin şeffaf, renksiz, kimliksiz, gökyüzü doğası dediklerinde bunun ne anlama geldiğini artık kendimiz bilir hale geliyoruz.
Aynalık
Ustalar diyor ki işte bu noktada artık gözlemleyen ile gözlemlenen arasındaki ayrım yavaş yavaş kalkmaya başlıyor. Artık deneyimlenen, deneyimleyen ve deneyimin nasıl aynı anda birbirine koşullu olarak doğduğunu görüp bundan özgür hale gelebiliyoruz. Artık ne aynaya yansıyan görüntüler, ne de bu görüntülerin kaynağı olan koşullarla oluşmuş beden, duygular, algılar, zihin nesneleri, ve bunların bilincinde olma hali ile kimliklendiriyoruz kendimizi. Aynalığımızı fark ediyoruz, üzerine yansıtılan her şeyle, ona tutunmadan bir olan. Bu yansıyan imajlar, olgular, koşullar ve durumlar geldiklerinde gelmelerine, gittiklerinde gitmelerine takılmadan onlarla bir olan, ayırmayan. Aynalığın renksiz, şekilsiz, boyutsuz, sonsuz, sınırsız varoluşu içinde sadece farkında olan. Sadece farkındalık olan.
Umarım hepimiz bu yolda adım adım, güçlü adımlarla ilerleyebiliriz. Ve hem buraya giden, hem de olduğu hali ile yaşamımızı etkin bir biçimde yaşamımızı yaşamamıza giden yol, öncelikle şimdi ve burada bedenimizde, kalbimizde ve zihnimizde olanlara doğrudan alan vermekten, temas etmekten ve olduğu gibi fark etmekten geçiyor.