Okuma süresi: 6 dakika

Bu aralar şu son yazımda sizlerle paylaştığım ve danışanlarımla hemen her çalışmanın merkezinde olan o yedi soru üzerinde düşünüyor, yazıyor, çalışıyorum. O yazıyı tekrardan okumaya niyetli olmayanlar için aşağıdaki kısa videoyu hazırladım.

Onu da seyretmek istemezseniz, alın kısa bir özet:

  1. Ben kimim?
  2. Kalbimin arzusu, özlemi ve taahhüdü ne?
  3. Kalbimin bu taahhüdüne dayanarak dünyaya, çevreme, işime, sevdiklerime vermek istediğim hediye, yani vizyonum, yani yaratmak istediğim şey ne?
  4. Kendimi nasıl durduracağım? Hangi yoğun duygular beni yolumdan alıkoyar?
  5. Çevremde nasıl duygular tetikleyeceğim? Çevrem beni bu yoldan nasıl alıkoymaya çalışacak?
  6. Kendimin ve çevremdekilerin bu yoğun duygularına ve beni yolumdan, kalbimin taahhüdünden, vermek istediğim hediyemden ve olmak istediğim benden ayırıp, tanıdık ve kontrol edilebilir sularda tutma çabasına karşı nasıl uyanık kalacağım?
  7. Stratejim ne? Şimdiki adımım ne? Nasıl sınırın bir adım dışına adım atacağım? Nasıl on adım atıp da hedef haline gelmeden, adım adım ilerleyeceğim?

Bu soruların ilk üçü, dediğim gibi varoluşumuza bir anlam verme çabamızın merkezinde yer alıyor. Bu sorular aslında, sonsuzluğun içindeki kısacık yaşamlarımızla ne yapacağız, neyi değerli kılacağız, neyin sorumluluğunu alacağız, bunu sorguluyor. Bu sorular hakkında düşünmeyen, veya bu soruları açıkça sormasa bile onların işaret ettiği gerçeklerle ilgili herhangi farkındalığı veya netliği olmayan insan ister istemez rüzgarda savrulan bir yaprak gibi yaşamın ve dünyanın rüzgarları ile savruluyor.

Ve işte bu nedenle, insanoğlu bu soruyu sormadığı için, hatta sorması engellendiği için gitgide kayboluyor.

İnsan artık “ne istiyorum” diye soruyor, “ne değerli” diye değil.

Çünkü içinde yaşadığımız ve her geçen gün kalınlaşan post-modernizmin karanlığının etkisi, bizim bu önemli soruyu, “ne değerli?” sorusunu sormamızı engelliyor. İçinde bulunduğumuz dünya, toplum, kültür herhangi bir şeyin diğerinden daha değerli olamayacağını savunuyor çünkü.

Post – modern dünya görüşü beraberinde çok önemli ve değerli yaklaşımlar getirmiş, en başta demokrasi, kaynakların daha adil dağıtılması, fırsat eşitliği gibi. Ancak her iyi şey gibi, bunun da karanlığı var. O karanlık da çok önemli ancak çok daha karmaşık olan fırsat eşitliğini sonuç eşitliğine dönüştürmesi. Bu dünya görüşü her şeyin ve herkesin “eşit” ve “aynı değerde” olması gerektiği gibi çok yüce gibi gözüken bir görüş altında, bize tüm değerlerin, erdemin, bilgeliğin, deneyimin, ustalaşmanın, adaletin, kültürün, çalışkanlığın, şefkatli olmanın, agah olmanın, zekanın, becerinin, ve insan yaşamını anlam kılan benzeri bir çok şeyin pek de bir değeri olmadığını empoze ediyor, insanı insan yapan tüm bu şeylerin için boşaltıyor, anlamsızlaştırıyor.

Diyor ki bu post modernizmin gölgesinden beslenen dünya görüşü, “herhangi bir şeyin diğerinden daha değerli olduğunu savunmak baskıcılıktır, tahakkümdür, eşitsizliktir”. Gösterdiği çabadan, bilgisinden, kendini adamışlığından, yeteneğinden ve yarattığı eserlerden bağımsız olarak herkes aynı sonuçlara ulaşmalıdır.

Bu dünya görüşüne göre başarılı olmak herkesin hakkıdır. Mutlu olmak herkesin hakkıdır. Dünyevi isteklerine ulaşmak herkesin hakkıdır. Tatmin olmak herkesin hakkıdır. İstediği okulda okumak, sınıfını geçmek, bunun için gösterdiği çabadan bağımsız olarak herkesin hakkıdır. Kurallardan bağımsız olarak ben bir şey istiyorsam, o olacaktır. Ben bitti demeden bitmez. Öğrenci zayıf aldığında hata yapmış olan öğretmendir. Ben bedenime, sağlığıma dikkat etmesem de doktor ve tıp beni sağlıklı ve mutlu yaşatmalıdır, beni kurtaramazsa doktor hatalıdır. Tuale rastgele fışkırtılan boya sanattır. Anlamsız kelimeler bir araya gelir ve şiir olur. Saçma ve kimseye faydası olmayan projeler bilim ödülü alır. Sosyal medyada hiç bir meziyeti olmadığı halde koyduğu fotoğraflar ilgi çekiyor diye insanlar meşhur olurlar, hatta çok para kazanırlar.

Bu yaklaşım, tüm hiyerarşilere karşı çıkan, tüm değerleri aynı düzeye getiren düşünce tarzı bunu bazen de ruhsal öğretileri, hatta ikici olmayan öğretileri kullanarak yapar. “Mevlana, iyinin ve kötünün ötesinde bir yer var, orada buluşalım demiyor mu?”

Büyük Zen Ustası Suzuki Roshi, bir gün sohbet ederken batılı öğrencisinin söylediği bir şeye “yanlış” der. Öğrencisi şaşırır, “ustam siz söylediniz bunu geçen gün?” der. Suzuki Roshi yanıt verir: “Doğru, ama sen söyleyince yanlış oldu”. Bu non-dual öğretiler düalist, kendi çıkarı peşinde koşan bir kafanın elinde en iyi ihtimalle komik, en kötü ihtimalle tehlikeli olabilirler. Cem Şen’in dediği gibi, “sen önce bir iyi, doğru ol, sonra onu bırakabilirsin ancak. Olmadığın bir şeyi nasıl bırakacaksın?”.

“İnsanın hayatına anlam veren değerler hiyerarşisinin bozulması kaçınılmaz iki sonuca götürür bizi” diyor Ken Wilber.
Birincisi, eğer hiç bir şey, diğerinden daha değerli ve önemli değilse, o zaman hiç bir şeyin önemi yoktur. Yani Nihilizm. Anlamsızlık. Depresyon. İkincisi ise eğer hiç bir şey diğerinden daha değerli değil ise, o zaman ben kendime, kendi egosal arzularıma, kendi isteklerime en büyük değeri veririm. Egoizm. Nobranlık. Narsisizm.

İşte bu iki durumu, sosyal nihilizmi ve sosyal narsisizmi dibine kadar yaşamıyor muyuz bu günlerde? Eşitlik, herkesin aynı koşullarda yaşaması, herkesin mutluluğa ulaşması gibi yüce bir söylemin ardına saklanmış bu sosyal kanser, tüm dünyayı, hepimizi, bireyleri kemiriyor. Bireyin özgürlüğünü savunuyormuş gibi gözükürken aslında bireye ve onun değerine, kendi yaşamını anlamlı kılma çabasının kalbine karşı ölümcül bir saldırıda bulunuyor. Liberal değerleri savunur gibi yaparken aslında tüm özgürlüğümüzü elimizden alıyor. Bizi kalbimizden, kalbimizin özleminden, öznelliğimizden koparıyor, ve hemen her şeyi, biz dahil, birer nesne haline dönüştürüyor.

Bunu da işin komiği “haklardan” bahsederek yapıyor. Mutluluk hepimizin hakkı. Başarı hepimizin hakkı. Bir şeylere sahip olmak hepimizin hakkı. İstediğimiz gibi bir kadın veya erkekle birlikte olmak hepimizin hakkı. İstediğimiz gibi bir iş hepimizin hakkı. İşte huzurlu olmak, başarılı görülmek, iyi bir maaş, vs. hepimizin hakkı.

Ancak haklardan bahsedeceksek bir şeyden daha bahsetmemiz lazım: Sorumluluklardan. Zaten problemimiz, çoğu kişinin yeterince sorumluluk almadan hak talep etmesi değil mi? Başarı benim hakkım, ve bunun için benim pek de bir şey yapmam da gerekmemeli. Herkes başarılı oluyorsa, mutlu oluyorsa, zengin oluyorsa, istediği okulda okuyorsa, istediği ile birlikte olabiliyorsa, istediği işte çalışıyorsa, hatta çalışmayabiliyorsa, ben niye bunları yapamayayım? Benim de hakkım, ve bunlar için de çaba göstermek zorunda olmamam lazım.

Maalesef sorumluluklardan bahsetmeden haklardan bahsetmek, ciddiye alınacak bir davranış aslında değildir. Yani soru şu: Madem başarılı olmak istiyorsun, bu arzunun sorumluğunu nasıl alacaksın? Mutlu olmanın sorumluluğunu nasıl alacaksın? İyi bir ilişkiye sahip olmanın, işinde başarılı olmanın ve yükselmenin, hatta kendi işini yapıp da başarılı olmanın sorumluluğunu nasıl alacaksın?

Daha da ötesi bunlar için neyin sorumluluğunu alman lazım? Örneğin diyelim ki bir konuda ilerlemek istiyorsun, ancak bu konuda senden yetenekli insanlar var. Ve sen “yetenek bir kriter olmamalı, herkes aynı sonuca ulaşabilmeli” gibi  saçma sapan fikirlerin boyunduruğundan da çıkmayı becerdin. Ve yine de istiyorsun. O zaman bu açığı kapatmak için eksikliklerinle o acı verici yüzleşmenin, olanı olduğu gibi görmenin, bu doğru değerlendirmene dayanarak herkesten daha fazla çalışmanın ve kendini geliştirmenin sorumluluğunu alabilecek misin? “Benim hakkım, bana ne!” demekten, bu tuzaktan çıkmayı becerebilecek misin?

İşin ilginci mutluluk bizim hakkımız ya; insanı haklar, yani sahip oldukları, kendisine verilenler, peşinde koştuğu rahatlık mutlu etmez. İnsanı kendisi için değerli, önemli bir konu, kalbine dokunan bir amaç, bir ülkü için rahatsızlığa razı olmak, kendini sonuna kadar adamak ve kullanmak, zor olduğu halde hak hukuk dilenmeden eyleme geçmek, bir şeyleri harekete geçirmek mutlu eder. Hatta kalbinin arzusu ve taahhüdü için harekete geçtiğinde mutluluk konu olmaktan çıkar, yaşanan duyguya da pek mutluluk da denemez. Belki bir çeşit neşe, bir çeşit halinden memnuniyet, bir çeşit anlam duygusu diyebiliriz, ki bunların hepsi bir gün koşullar bizim istediği gibi olduğu için gelip, ertesi gün o koşullar değişince geçen mutluluk duygusundan daha yücedir.

İşte bu yüzden bu maddeden bahsederken “ne istiyorsunuz?” yerine “kalbinizin özlemi, taahhüdü ne” diye soruyorum. Çünkü “ne istiyorsun?” sorusu bile ne kadar bizim özneliğimizi, bireyselliğimizi ifade etmemize yönelikmiş gibi dursa bile bizi bu kendine hak görme (entitlement) tuzağına düşürülmüş ve bu sayede de kalbinin en derindeki özleminden, taahhüdünden koparılmış, ve sonucunda kolektivist bir anlamsızlık cehenneminin içinde kaybolmuş nesneler haline dönüştürme sürecinin bir aracı haline gelmiş durumda. Hatta çok eskitilmiş “kalbinin götürdüğü yere git” cümlesi bile bizi aynı tuzağa geri götürüyor, çünkü bize kalp diye işaret ettikleri gelip geçen, koşullar ve çevremiz tarafından tetiklenen duygularımızdan başka bir şey değil çoğu zaman. O yüzden de o hak görmenin, gelip geçici, tatmin vaad eden ancak hiç bir zaman vaadini tam olarak yerine getirmeyen arzuların aracı bu duygular.

Benim hem kendimle hem de bugüne kadar destek olma fırsatı edindiğim yüzlerce danışanımla olan deneyimim diyor ki kalbimiz, derin kalbimiz bu gelip geçici ve çoğu zaman da tatminsizlik, huzursuzluk ve gerilim tarafından tetiklenen duygulardan farklı. Ben veya danışanlarımın kalplerinin, kendisiyle temas etmeyi becerdiğimiz (ve gerektiğinden çok çok daha seyrek olan) o zamanlarda hiç bir zaman “bana araba al” dediğini duymadım. Zihnim “bunu da başarmam lazım, şu kadar daha para kazanmak istiyorum, şöyle bir zevk daha yaşamak istiyorum” diye bana acı veren düşüncelerle kıvranırken derin kalbime dokunduğumda hiç bir zaman “oğlum Dost, yeterince para kazanmıyorsun, veya yeterince zevk almıyorsun, yeterince meşhur değilsin, yeterince zengin değilsin” demedi.

Gördüğüm kadarı ile kalbimize dokunduğumuzda hep çok basit, ancak çok derin şeyler söylüyor bize. Ve söyledikleri hep erdemle, değerlerle, anlayışla, bilgelikle alakalı şeyler. Zihnin yeterince arındı mı, yeterince berrak mı diye soruyor. Beni mutlu ve huzurlu kılan şeylerin farkında mısın ve bunları yeterince yapıyor musun diyor. Tutunduğun şeylerin ne kadar acı verdiğinin farkında mısın diyor. Çevrende olan olaylara duyarsız kaldığında acıdan kaçmaya çalışırken daha çok beni kapattığının ve bu sayede daha çok acı çektiğinin farkında mısın diyor. Hatta bunları bile söylemiyor, çünkü kalbin dili bu kadar karmaşık değil, kelimelere dökülemiyor. Kelimelere döküldüğünde böyle duyuluyor. Ancak bu hali ile bile baktığınızda haklardan değil de sorumluluklardan bahsettiğini anlamak zor değil sanırım. Kalbimize dokunduğumuzda fark ediyoruz ki zihnimizdeki sloganların, parlak düşüncelerin aksine, kalbin bir değerler hiyerarşisi var.

O yüzden aşağıdaki cümleleri okuduğumuzda çoğumuza iyi geliyor:

Erdemli olmak, erdemsizlikten iyidir.

Çalışkanlık, çalışmadan elde etmekten iyidir.

Bilgelik ve anlayış, kuru bilgi sahibi olmaktan iyidir.

Her ne olursa olsun kendi kalbinin gösterdiği gibi adil olmak ve herkese hakkını vermek, adalet dilenmekten iyidir.

Şefkatli olmak, intikam almaktan iyidir.

Kültürlü olmak, sanattan, müzikten, bilimden, felsefeden az buçuk anlamak, cehaletten iyidir.

Haddini bilmek, hadsizlikten iyidir.

Edep bilmek, edepsizlikten ve kendi istediği olsun diye kuralların ve başkalarının haklarını çiğnemekten iyidir.

İçinde bulunduğu koşulları olduğu gibi görmek ve razı olmak, direnmekten ve tutamayacağı şeylere tutunmaktan iyidir.

Bırakmak, tutunmaktan iyidir.

Her geleni karşılayacak kadar güçlü olmak, koşulları kontrol etmeye çalışmaktan iyidir.

Başkalarına onları güçsüz hale getirmeden yardım etmek ve desteklemek, sadece kendini düşünmek ve kendine yontmaktan iyidir.

Kazıklamaktansa kazıklanmak iyidir.

Sorgulamak, araştırmak, derin düşünmek, körü körüne inanmaktan iyidir.

Varoluşun ile ilgili hakikati anlamaya çalışarak yaşamak, gelip geçici arzuların ve tatminlerin peşinde koşmaktan iyidir.

Ülkü sahibi olmak, hayatı arzular, istekler ve rahatının peşinde yaşamaktan iyidir.

….

Bu listeyi uzatabiliriz, ilk aklıma gelenler bunlar. Sizin kalbiniz ne diyor, neler ekliyor bu listeye? Facebookta yorumlar bölümüne ekler misiniz?

Gelin kapatırken son kitabı milyonlarca satan Mark Manson’dan adapte ettiğim şu cümleye kulak verelim:

“Rahatlık ve iyi bir deneyim peşinde koşmak, kötü bir deneyimdir. Başına gelen olumsuz durumlara razı olmak ve kabul etmek, onunla beraber olmayı becerebilmek, iyi bir deneyimdir.”


İlerideki yazılarımızdan Messenger listemize üye olarak haberdar olmak ister misiniz? Lütfen aşağıdaki butonu tıklayınız.

Messenger Listemize Abone Olunuz