Eğer bu blogu yeni takip etmeye başladıysanız, yazılar belli bir sıra takip ettiği için, tarih sırasına göre baştan okumanızı öneriyorum. İlk yazıma buradan ulaşabilirsiniz.

Sistemler karmaşıktır… İnsanlar ise tahmin edilebilir…

İnsanlar sistemlerin, özellikle de kurumsal sistemlerin karmaşası ile başa çıkmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bunu yaparken tahmin edilebilir tuzaklara düşerler.

İnsanlar bu tuzaklara bazen de göz göre göre düşerler, çünkü sistem körlüğü, 21. Yüzyılın bu ilk yıllarında, henüz zihinsel evrimimizin yetişip de ortadan kaldıramadığı bir illettir. İnsanlığın büyük çoğunluğu, eğitim sistemlerimiz, düşünce yapımız, değer sistemlerimiz, egolarımız bu kadar kompleks, dinamik ve çok değişkenli yapıları kaldıracak şekilde adapte olmuş durumda değil henüz.

Kurumlara ve onların liderlerine destek olmayı kendine görev edinen biz koçların birincil görevlerinden biri, destek olduğumuz danışanlarımız için bu gözlerinin önündeki ancak görülmeyen tuzakları görünür hale getirmelerine, sistem körlüğünü aşmalarına yardımcı olmak, Gestalt Koçluk Eğitimleri‘nde dediğimiz gibi işimiz “apaçık ortada olanı görünür kılmak”tır (“make obvious visible”).

Şu anda piyasadaki çoğu liderlik gelişimi aracı ve yöntemi, duygusal zeka gibi, vizyoner liderlik gibi, öğrenen organizasyonlar gibi, durumsal liderlik gibi, her ne kadar liderlerin bireysel gelişimlerini desteklemek amaçlı olsa, kişisel gelişimdeki boşlukları kapatmaya çalışıyor gibi gözükseler de, varlık nedenleri işte bu sistem karmaşıklığı ve sistem körlüğü. Empati dediğimiz ve hepimizin geliştirmesi gereken önemli beceri, sistem körlüğümüzün bir parçasını tedavi etmeyi amaçlıyor.

Liderlerin sistem körlüğünden muzdarip olmaması için sistemleri “görmeyi” öğrenmeleri gerekiyor. Buradaki en büyük zorluk, bu kişilerin kendilerinin “sistem körü” olduğunun farkında olmamaları, gördüklerinin tüm gerçeklik olduğuna neredeyse emin olmaları. Bu durumda, sistemler ve insanlar için tahmin edilebilir sonuçlar ortaya çıkar.  Bu sayede çoğumuza Scott Adams’ın meşhur Dilbert karakterinin yaşadıkları tanıdık, komik, ve bir o kadar da acıklı gelir, bu sayede The Office adlı televizyon sitcom’u bir sürü ödül alır. Acılarımıza, “sistem yaraları”mıza dokunduğu için.

İşte bu yüzden bir önceki yazımda anlattığım senaryo, her ne kadar bir oyunda, bir organizasyon simülasyonda geçenleri anlatsa da, çoğumuz için tanıdık, hatta gündeliktir. Hepimiz bir şeyin tümünden sorumlu olduğumuz zamanlarda tepelerin, organizasyon yemek zincirinin en altında olduğumuzu hissettiğimiz zamanlarda altların, birbirlerinden farklı talepleri olan iki ayrı tarafın arasında kendimizi bulduğumuzda ortaların, bizim istediklerimize istediğimiz duyarlılığı göstermeyen bir tedarikçiyle başa çıkmaya çalıştığımız zamanlarda da müşterilerin hissettiklerini hissetmedik mi?

İşin ilginci, bu durumların kişilere ve kişiliklere bağlı olmaktan çok kişinin içinde bulunduğu pozisyona ve bağlama bağlı olması ve sistemlerin, o sistemlere dahil olan kişileri, dahil oldukları seviye ve pozisyona uygun olarak etkisi altına alması, sanki bir şekilde arketip bir tepe ruhunun, orta ruhunun veya alt ruhunun kişiyi ele geçirmesi. Sistemlerin karmaşık, dinamik ve adaptif yapısı, insanların sistem körlüğü ile kendilerini rahatlatma çabaları ile birleştiğinde, bahsettiğimiz tahmin edilebilir sonuçları, bu bahsettiğimiz sistem tuzaklarını yaratıyor.

Hiç bir lider, tam olarak içinde bulunduğu ve yönlendirmeye çalıştığı sistemi anlamadan, onun kendi üzerindeki etkilerini ve kendisinin onun üzerindeki etkilerini görmeden, tam anlamı ile özgür düşüncesi ile karar veremez. Her ne kadar biz kendimizi özgür düşünen, özgür iradeye sahip bireyler olarak görsek de, aslında bizler içinde bulunduğumuz koşulların birer ürünü olarak varız. Bir çok kurum örneğinin gösterdiği gibi bizler, çeşitli koşullara, önceden tahmin edilebilir, tipik, benzer şekillerde tepki veriyor, tahmin edilebilir sonuçlar yaratıyoruz.

Tahmin edilebilirlik ne demek, bir düşünsenize. Biz her ne kadar özgür irade ve erkimizle karar alıp hareket ettiğimizi, eşsiz, rasyonel, akıllı birer birey olarak ve her an, o ana yanıt vererek yaşamımızı sürdürdüğümüzü düşünsek de, tahmin edilebilir olduğumuz gerçeği, bizim birer etki – tepki makinesi olduğumuzu, belli koşulları bir araya getirilirse, bu gerçeği kabul etmek istemesek bile belli şekillerde davrandığımızı, bu nedenle “kontrol edilebilir” olduğumuzu gösteriyor galiba, ne dersiniz? Biz her ne kadar kendi irademiz, beynimiz ve aklımızla düşünüyor ve karar alıyor gibi gözükse de koşulların ürünüyüz sanki. Bununla ilgili ilginç video’ya youtube’dan ulaşmak için tıklayınız.

Bu tuzaklara nasıl düşüyoruz peki, hangi baskılara, nasıl körlüklere, neden boyun eğiyor, neden hep benzer sonuçları yaratıyoruz? Bunu anlamak, hem liderler için, hem de biz onlara destek olmak isteyen yönetici koçları için çok önemli, ve bu, bir sonraki yazımızın konusu! Bu önemli konuyu, yani sistemleri ve sistem içindeki davranışları tartışmaya, araştırmaya bir kaç yazı daha devam edecek gibi gözüküyoruz, ne de olsa işimizin en önemli parçalarından biri de bu!

Dediğim gibi, yorumlarınızı bekliyorum.