Okuma süresi: 5 Dakika
Geçen yazımızda değişim ve öğrenmenin, özellikle de kalıcı değişimin ne kadar zor olduğu, bunun için çoğu zaman nasıl aslında belli bir noktaya kadar işe yarayan ancak o noktadan daha ileri götürmeyecek olan bir takım tutum, yaklaşım, davranış, hatta becerilerden vazgeçmek gerektiğini inceledik. Bunların çoğu zaman değerlerimizle, sadakat hissimizle, hatta kimlik tanımımızla bağlı olduğundan, bu yüzden bizde kayıp hissi yarattığından, bunun için de bu çabanın fazlası ile ter, gözyaşı, zorlanma ve acı içerebileceğinden bahsettik. Ve dedik ki, bu sadece duygusal, düşünsel ve değersel değil. Önceki yazılarımızın birinde, herhangi bir konuyu anlamak için onun hem öznel, hem de nesnel taraflarına bakmak lazım demiştik… Bu duygusal, düşünsel, değersel, bazen de kültürel tepki ve engellerin, nörolojik kökenleri, nedenleri de var… Bu yazımızda bunlara göz atarak değişim, kendine ve başkalarına yol açmak neden bu kadar zor sorusunu incelemeye ve çözüm aramaya devam ediyoruz.
Hani o anlam veremediğiniz, ve kontrol de edemediğiniz, sonrasında sizi utandıran duygusal tepkileriniz var ya…
Hani her seferinde “bu sefer hayır demeyi becereceğim” deyip de, o an geldiğinde içinizde birden doğuveren tahammül ötesi korku ve panik hissiyle geri adım attığınız, sonra da kendinize güveninizi kaybettiğiniz durumlar var ya…
Hani o birden bire ve önceden haber vermeden ortaya çıkan, sonrasında sizi zor durumda bırakan alınganlığınız var ya…
Hani tüm parçalar ortaya serilmeden karar almanızı engelleyen, harekete geçmenize izin vermeyen sağlamcılığınız var ya…
Ve tüm bunların kardeşleri ve diğer akrabaları var ya, bir şekilde siz kendinizi tehdit altındaymış gibi hissettiniz her durumda ortaya çıkan, size kendi üzerinizde kontrolünüz yokmuş gibi hissettiren…
Bunlardan dolayı kendinizi suçlamayı bırakın… Çünkü suçlu siz değilsiniz… Yani, tabi ki sizsiniz, ama anladığımız anlamda değil…
Ve doğal olarak başkalarında bunu gördüğünüzde onları suçlamayı, ve kendinize yakıştırmadığınız ‘kötü niyetli’ yaftalarını yapıştırmayı da bırakın… Çünkü suçlu onlar da değil… Yani, tabi ki onlar, ama anladığımız anlamda değil…
Ben demiyorum, beyni ve beynin nasıl çalıştığını inceleyen nöropsikologlar öyle diyor…
Bu ve benzeri duygusal tepkilerimizi, önceki yazımda bahsettiğim değişimin zorluğunu, ve insanlığın içinde bulunduğu içler acısı hali anlamak için, davranış ve düşünüşümüze etki eden iki kritik beyin bölgesinin nasıl çalıştığını ve birbirleri ile ilişkilerini anlamamız gerekiyor: Amygdala ve Prefrontal ön korteks. Bu iki bölge, duygusal ve otomatik tepkilerimizle, mantıklı analiz, değerlendirme ve karar almayı yöneten iki merkez.
Amygdala’nın tek görevi var, çevredeki tehdit ve tehlikeleri devamlı izlemek ve gerekli durumlarda beynin ve bedenin kaynaklarını bu en önemli ve öncelikli görev için tekrar dağıtmak, bunun için de güçlü duyguları – korku, öfke, endişe gibi – harekete geçirmek. Öte yandan, bizim mantıklı düşünceyi, analizi, değerlendirmeyi, farkındalığı ve karar almayı, yani bilinçli olarak yürüttüğümüz bütün bilişsel süreçleri yöneten, beynimizin ön tarafı, prefrontal ön korteks diyebileceğimiz, beynin kalanına göre çok ince sayılabilecek bir bölgesi… Bu incecik bölge, beyin kaynaklarının çok önemli bir bölümünü kullanıyor.
Beynin trafik polisi amygdala, herhangi bir tehdit algıladığında, tüm kaynakları kontrolüne alıyor, ve prefrontal önkorteks, yani gözlem, mantıklı düşünce ve analiz, neredeyse devre dışı kalıyor. Ne de olsa üzerimize bir kaplan gelirken, “önce mantıklı bir düşünelim, bu durumla nasıl başa çıkabiliriz acaba?” demenin alemi yok! Bu yüzden biz kendimizi tehdit altında hissettiğimizde her türlü mantıklı düşünme ve değerlendirme anlam veremediğimiz bir şekilde ortadan kalkıyor.
Bu noktadan sonra sadece üç refleksi yanıtımız var: Eğer tehdit karşısında yeterince güçlü hissediyorsak veya başka bir çıkış yolumuz yok gibi gözüküyorsa savaşmak, başa çıkamayacak gibi görüyorsak kendimizi ve fırsatımız varsa kaçmak, ve başka yapacak hiç bir şey kalmadıysa acıyı azaltmak için donmak. Muhtemelen bu sayede insan ırkı varlığını bugüne kadar sürdürebildi.
Buradaki problem, amygdala’nın gerçek fiziksel – hayati tehlikeye verdiği tepkilerin aynısını duygusal alanda gerçekleşen veya kimlik tanımlarımızı tehdit eden durumlara da vermesi, ve bu üç reaksiyondan birini, bazen hepsini birden tetiklemesi. Nöropsikologlar, amygdalanın bu tip durumları aynen odada bir kaplan varmış gibi algıladığını, ve bu üç tepkiyi, savaş, kaç veya don tepkilerini tetiklediğini belirtiyor. David Rock’ın geliştirdiği SCARF modeline göre biz beş temel durumda tetikleniyoruz:
- Statümüz tehdit edildiğinde (Status): Kendimizin başkalarına göre konumunu tehdit eden, olduğundan aşağıda veya başkalarından yukarıda gibi gösteren durum ve olaylar. Bunun bizim Genel Müdürlükten uzmanlığa indirilmemiz anlamına gelmesi gerekmiyor, bizim kendimizi eşit veya daha üstte gördüğü bir ilişkide karşı tarafın bize biz istemeden öğüt vermeye kalkması da aynı tepkileri tetikleyebiliyor. Eşinizin size ders verir tonda konuşmaya kalktığı son durumdaki tepkinizi hatırlayın ;).
- Gelecek dayanabileceğimizden daha Belirsiz hale geldiğinde (Certainty): Önceki yazıda belirttiğimiz gibi, mevcut dengenin bozulduğu, her ne kadar bizi mutsuz etse de belli rutini olan durumların değiştiği zamanlar, bizde kaplan saldırıyormuş hissi yaratabiliyor.
- Hayatımızın direksiyonu elimizden çıkıyor gibi, Otonomimimizi kaybediyormuş gibi hissettiğimizde (Autonomy): Hepimiz hayatımızın kontrolünün belli bir düzeyde elimizde olduğu hissini yaşamak istiyoruz ve değişimler, özellikle de bizden yukarıdaki güç odaklarının elleriyle gerçekleşenler, bu hissi ciddi biçimde sarsabiliyor.
- Kendimizi sevilmiyor, onaylanmıyor veya bizim için kritik İlişkiler tehdit altındaymış gibi hissettiğimizde (Relatedness): Eğer kabilenin dışında kalırsan, kaplan seni yer. O açıdan bizim için önemli insanlarla ilişkimizin bozulması, sevilmeme, veya grubun dışında kalma hissi bizde ciddi stres reaksiyonları yaratan durumlar. Bu yüzden geri bildirim vermek, hayır demek, veya başkalarının hoşlanmayacağı bir gerçeği dile getirmek, çok zor.
- Adalet duygumuz zedelendiğinde (Fairness): Bu temel duygumuzu tehdit eden durumlar da aynı şekilde bizi tetikleyen, savaşma, kaçma veya donma reaksiyonlarını ortaya çıkaran durumlar…
Ben bu beş alana bir de “Utanç“ı ekliyorum genellikle. Bizi utandıran durumlarda da biz odada kaplan var hissine kapılabiliyoruz, çünkü hiç sevmiyoruz utancın bedenimizde yarattığı hissi. Ve bu hissi yaşamamak için, herşeyi yapabiliriz.
Bu altı alandaki hoşumuza gitmeyen durumlar işte bu yüzden bizi tetikliyorlar. Ve bir önceki yazıda bahsettiğimiz piyano öğrencisi, veya aslında memnun olmadığı ilişkisini, işini, ilişkilerini değiştirmeye kalkışacak olan kişi, veya kendisini VUCA bir ortamda bulan lider, ve içinde ne kadar mutsuz olsa da ailesinde, ilişkisinde, şirketinde kendini yeni değişimler içinde bulan kişiler bu durumda “tetiklenebiliyorlar”, mantıksız gibi gözüken tepkiler gösterebiliyorlar.
İşte bu yüzden bu yazı dizisinde defalarca tekrarladığımız gibi organizasyonlar kompleks, ve insanlar da tahmin edilebilir hatalara düşüyorlar. İşte bu yüzden biz liderin beş engeli içinde bulup duruyoruz kendimizi.
İşte bu yüzden işi zor liderlerin… İşte bu yüzden zor kendisini veya kendisi için önemli olan kişileri daha aydınlıklara taşımak isteyen, bunun için harekete geçmeye cesaret eden kişinin işi… İşte bu yüzden biz, aslında ancak adaptif bir yaklaşımla değişebilecek konulara, teknik çözümler bulmaya çalışıyoruz. İşte bu yüzden, bizi migren yapan, başımızı ağrıtan durumlarda aspirin alıyoruz. İşte bu yüzden, dünya olduğu gibi… Değişim bizi tehdit ettiği için, canımız acımasın diye, mutsuzluğa razı oluyoruz biz.
Üstelik hayatın gerçeği de bu: Kendiliğinden, değişmez bir statümüz olabilir mi? Belirsizlik yaşamın ve gerçeğin doğası değil mi? Otonomi dediğimiz şey, dış ve iç koşullardan bağımsız olabilir mi, biz herhangi bir fikrimiz sorgulandığında bile kaplan saldırmış gibi tepki verirken? Karşılıklı alış veriş sona erdiğinde devam edebilecek herhangi bir ilişki, aidiyet var mı? Ve adaletin ne olduğu konusunda evrensel olarak hem fikir olabilecek çatışmadaki iki taraf bulabilir miyiz acaba?
İşte bu yüzden, SCARF’ın tüm maddeleri, liderin engellerinin birincisi olan gerçekçi olmayan arzular kategorisine giriyor…
Ayrıca çoğu çözümlenemez kişisel çatışmanın da altında bu yatıyor. Aslında bakarsanız dünyada çatışan insanlar yok. Dünyada karşılıklı olarak tetiklenmiş, ve bu yüzden saldırganlaşmış, kaçmaya hazır, donmuş durumda amygdala’lar var. Hatta şöyle bir düşünürseniz, bu dünya aşırı çalışan, her dakika tehdit altında hisseden, devamlı tetiklenmiş olarak varlığını sürdüren amygdala’ların dünyası, dünyayı onlar yönetiyorlar.
Tek kurtuluşumuz bu tip “panik” durumlarında duygusal tepkilerimizin, yani amygdalamızın kontrolünü ele geçirmek, ve prefrontal ön korteksimizi, yani bilincimizi, yani farkındalığımızı, yani ayrım yapabilme kaabiliyetimizi tekrar aktive etmek… Hani derler ya, öfkeliyken bir şey söylemeden önce içinden ona kadar say, aslında bu nörolojik gerçeğe dayanıyor; hem sayı sayarak önkorteks’e kontrolü tekrar ele alması için zaman tanıyoruz, hem de sayı sayma aksiyonunun kendisi ön kortekse “sinirliyim” bilinçli mesajını vererek onu aktive ediyor.
Eğer kendi yaşamımızın yöneticisi olmak istiyorsak, eğer bir önceki yazıda bahsettiğim tarzda temelden değişiklikleri yapabilmek istiyorsak, eğer mecazi veya gerçek anlamda suikaste kurban gitmeden liderlik yapmak istiyorsak, hem kendimiz, hem de başkalarının SCARF tepkilerini yönetmeye destek olacak araç ve yaklaşımlara ihtiyacımız var.
Kendimize ve başkalarına liderlik yapmaya giriştiğimizde ilk sormamız gereken sorulardan birinin “ne oluyor burada?” olduğunu tartıştık son bir kaç yazıdır… Bu blogda, bu linkten ulaşabileceğiniz yazımızdan başlayarak sistemler içinde bu soruya yanıt vermemize yardımcı olan modelleri paylaştık. Bu yazımızda da beynimizin içinde neler oluyor sorusunu inceledik.
Şimdi sıra geldi bir sonraki soruya: “Değişim nasıl gerçekleşir? İnsanlar, yukarıda bahsedilen şekilde bir değişimi gerçekleştirmek için nasıl davranmalı? Kalıcı ve anlamlı bir değişim stratejisi nasıl yaratabiliriz? Bu beyin denen şeyi değişim için nasıl yanımıza alabiliriz? Ben kendim nasıl değişebilirim? Başkalarının değişmesini nasıl sağlayabilirim? Böyle bir değişime nasıl, ne şekilde liderlik yapmam lazım?”
Bir sonraki yazımızda işte bu soruya yanıt arayacağız.
Teşekkürler. Üstünden yıllar geçmiş olmasına rağmen , dün yazılmış gibi etkili ve bilgilendirici bir yazıydı. Konu hakkında yeni gelişmeler var mı merakla araştıracağım. Paylaşım için teşekkürler.