Siddharta, aydınlanmaya giden yolda artık tüm hazırlıklarını tamamladığında, meditasyona oturacağı Bodhi ağacına doğru bir aslanın asaleti ile ilerler. Ağaca ulaştığında etrafını dolaşır ve doğru yeri arar. Ancak nerede durursa dursun, ayaklarının altındaki yer sarsılır ve batar. Ağacın Doğu yüzüne geldiğinde yer sabit ve kıpırtısız durur. Siddharta bu noktanın “şimdiye kadar tüm Buddhaların aydınlanmak için oturdukları hareket ettirilemez nokta” olduğuna karar verir, ve tüm önceki Buddhalar gibi o noktada ağacın altına oturur. Sonra o meşhur sözlerini söyler:
“Derim, sinirlerim ve kemiklerim, bedenimdeki tüm etler ve kanımla beraber kurusa da, tam ve mutlak özgürlüğe ve bilgeliğe ulaşmadan bu ağacın altından kalkmayacağım.”
Mara’nın, yani illüzyonun ve cehaletin tanrısının onu bu çabasında rahat bırakmaya hiç niyeti yoktur. Onu ordularıyla ve silahlarıyla durdurmaya çalışır, ancak her seferinde, ele geçirilemez bu noktada oturan Siddharta saldırılara karşı başarılı olur. En sonunda Mara Buddha’nın karşısına geçer ve “kalk oradan” der, “orası senin değil benim yerim”. Siddharta yanıt verir: “sen bu yere oturabilmek için gereken hazırlığa sahip değilsin. Ama ben, ömürler boyudur bunun için hazırlanıyorum”. Mara kendisinden şahit istediğinde ise elini yere dokundurur ve “yeryüzü benim şahidimdir” der. O gece sabaha karşı Siddharta kalan son cehalet ve illüzyon bağlarından kurtularak tam ve mutlak özgürlüğe ulaşır ve bundan sonra Buddha (aydınlanmış kişi) olur.
Çok sevdiğim bu hikaye, amacımız ister zihnimizi ve kalbimizi arındırma yolcuğunda ilerlemek olsun, isterse de daha iyi bir lider/eş/ebeveyn/… olmak olsun, aslında nasıl bir zihin hali geliştirmemiz gerektiğini, zihnimizin durumu ile ilgili nasıl bir sorumluluğu almamız gerektiğini anlatıyor sanki.
Kendi yolculuğumda ilerlerken fark ettiğim şeylerden birisi de şuydu: Aslında dış güçlerin esiri değilim! Aslında zihnimde, dış olgulardan bağımsız olarak her zaman sakin, merkezinde, açık, tarafsız, berrak, huzurlu, sessiz, ferah bir yer var. Ve ne zaman karşıma beni öfkelendirecek, korkutacak, arzularımı ve hırslarımı uyandıracak veya uyutacak bir şey çıktığında aslında zihnimi bu olguların ve içimde oluşan bu öfke, arzu, korku ve uyuşukluk gibi duyguların kaplamasına müsaade etmektense bu her zaman orada olan tarafsız, sakin, merkezinde, açık, tutunmayan hale sığınabilir, bu halde kalabilirim. Maranın, yani dünyanın, yani olguların, yani egomun, yani duygularımın aklımı çelmesi ve dengemi bozması için buna benim izin vermem lazım. Eğer dikkatimi nereye verdiğimin, zihnimi neyin ele geçirdiğinin sorumluluğunu almazsam, benim için değerli olduğunu iddia ettiğime doğru nasıl ilerleyebilirim?
Belki de Siddharta’nın kendinden önceki tüm Buddhalar gibi aydınlanmaya doğru son hamlesini yapmak için oturduğu bu sembolik yer, işte bu zihninin, dikkatini neye verdiğinin tam ve mutlak sorumluluğunu aldığı içsel yer aynı zamanda.
Ancak bir çoklarımız gibi benim de fark ettiğim gibi bu hiç de kolay değil. Ciddi bir içsel disiplin, ciddi bir hazırlık, ciddi bir kendinle yüzleşme gerektiriyor. Çoğu zaman Mara, yani kazanç, haz, başarı, beğenilme ve iyi tanınmaya olan aşırı düşkünlüğümüz, ve kayıp, acı, başarısızlık, yerilme ve adımızın kötü bilinmesinden öcüden korkar gibi korkmamız, yani tüm ihtiraslarımız, öfkemiz, korkularımız, tembelliğimiz ve inançsızlığımız, bize “kalk oradan, ben oturacağım” dediğinde biz Siddharta’nın aksine hemen terk ediyoruz koltuğumuzu, hemen zihnimizin kontrolünü bu güçlü duygu ve olgulara bırakıyoruz. Hemen Mara’nın boyunduruğuna giriveriyor, dikkatimizi hemen kaybediyor, ülkümüzden hemen vaz geçiyoruz. İşte bu nedenle kendi zihninin sorumluluğunu alabilme becerisine yatırım yapmayan, duygularını ve dikkatini yönetemeyen kişi ne etkin bir lider olabilir, ne iyi, mutlu, ve tatminkar ilişkiler kurabilir, ne iyi bir ebeveyn olabilir, ve doğal olarak ne de kendi zihnini ve kalbini arındırma yolculuğunda ilerleyebilir.
Siddharta “derim, sinirlerim ve kemiklerim, bedenimdeki tüm etler ve kanımla beraber kurusa da, tam ve mutlak özgürlüğe ve bilgeliğe ulaşmadan bu ağacın altından kalkmayacağım” dediğinde yaptığı şey egosuna dayanan, arzu ve ihtirasla beslenmiş bir meydan okuma değildi. Siddharta’nın söylediği şey belki de “hazırlığım tamam, ne kadar uzun sürse de, ne kadar zor ve benzersiz olsa da, amacımın peşinde ilerleyecek o gücü artık geliştirdim” demenin güçlü bir ifadesiydi.
Belki de o yüzden çoğu zaman biz meydan okur gibi “bundan böyle…” diye başlayan ve değişim kararlılığımızı ifade eden cümleler kurduğumuzda bunlar boş laftan başka bir şey olamıyor, eğer biz de amacımızla doğru orantılı o hazırlığı henüz yapmadıysak. Eğer zihninin sorumluluğunu henüz alamıyorsak da bu sorumluluğu henüz alamamanın sorumluluğunu almak ise yolun başlangıcı.
Bu hikayenin içinde geçtiği Nidanakatha, Buddha’nın önceki yaşamlarını anlatan Jakata Hikayeleri’nin giriş bölümüdür. Bu hikayeler Buddha’nın o son hamlesi için nasıl yaşamlar boyu hazırlandığını, nasıl erdem geliştirdiğini anlatır. Çünkü erdemsiz bir zihin, kolaylıkla yerinden oynatılabilir bir zihindir. Eğer zihnimizde tutunma, korku, öfke, bencillik, pişmanlık, hayal kırıklığı, kıskançlık yoğunsa, bir fırtınanın dallardan ve yapraklardan yapılmış bir evi bir çırpıda dağıtması gibi Mara da bizim zihnimizi bir anda dağıtacaktır. İşte bu yüzden belki yaşamlar boyu olmasa da şimdi burada, hemen tutunmaya karşı cömertlik, korku ve öfkeye karşı iyi niyet, bencilliğe karşı şefkat, hayal kırıklığı ve kıskançlığa karşı ise başkalarının mutluluklarından neşe duymak gibi erdemler geliştirmeye yatırım yaptıkça zihnimiz ve kalbimiz sakinleşir. Zihnimiz ve kalbimiz sakinleştikçe ve tutunmalarımız azaldıkça, içimizde halinden memnuniyet doğmaya başlar ve karşımıza çıkan olgulara karşı daha tarafsız bir gözle bakmaya başlayabiliriz. Mevlana’nın dediği gibi “iyinin ve kötünün ötesindeki” o yeri belki yaşamaya başlarız içimizde bir yerlerde.
Bu size çok “ulvi” gibi geldiyse devam etmeden önce bir dakika düşünün: Cömert, iyi niyetli, şefkatli, başkalarının başarısından neşelenen, ve olgulara tarafsızca ve berrak bir zihinle bakabilen bir lider, nasıl bir lider olurdu? Ya böyle bir anne baba? Böyle bir öğretmen? Ya böyle bir eş? Böyle bir insanın yakınında olmak istemez miydiniz?
İşte bu özellikleri geliştirdiğimiz zaman, işte o zaman Mara’nın silahları bize sökmemeye başlar. İşte o zaman kalbimizi oynatamaz hale gelir egomuz ve dünyanın olguları. İşte o zaman oturabiliriz biz de o ağacın altındaki o stabil, yerinden oynatılamaz yere. İşte o zaman biz de zihnimizin sorumluluğunu alabiliriz. İşte o zaman tüm engellemelere karşı içten ve dıştan, ülkümüze doğru ilerlemeye başlarız sağlam ve sarsılmaz adımlarla, bir aslanın ormanda asaletle amacına doğru yürümesi gibi.
Bundan sonraki bir iki yazıda bu hazırlıkla ilgili işimize yarayacak birkaç öneri paylaşmayı umuyorum. Görüşmek üzere…