İçinde bulunduğumuz durumu onu oluşturan koşullarla ve onun oluşturacağı yeni koşullar ile birlikte, öncesi ve sonrasıyla göremediğimizde, tüm dünyanın kaosuna anlam ve düzen getirdiğimiz sanrısına kapılabiliriz. Veya her şey çok kaotik gözükür, ve her şeyin içinde yer aldığı düzeni anlamayıp içimizde ve dışımızda deneyimlediğimiz krizle başa çıkmak konusunda paniğe kapılabiliriz. Geçen haftaki yazımda bahsettiğim danışanımın fark ettiği gibi.

Bu yazı üzerine bir çok soru aldım. Özetle okurlarım bana şunu sordular:

“Bu ne demek? Ve içinde bulunduğumuz sürece nasıl bir ışık tutabilir bu? Ülkemizde olan, dünyada olan, şirketlerde, ailelerde olan krizlere bu gözlükle nasıl yaklaşabiliriz?”

Yani bu kaosa nasıl anlam getirebilir, en azından içimizde bir düzen getirebiliriz? Buna dayanarak nasıl merkezimizi koruyabilir, bu kaosa yanıt verebilir, belki fırsatlar yaratabiliriz?

Gelin bu soruya odaklanmaya çalışalım bu sefer. Müsaadenizle biraz işin alt yapısından, bu tip krizlerin sosyal sistemlerde nasıl oluştuğundan azıcık bahsedelim.

Sistemler ve karmaşa

Bunu en iyi anlayan ve anlatan kişilerden biri bu blogda daha önce de bahsettiğim Dr. Deitrich Dörner. Dr. Dörner bir psikolog. Almanya Bamberg Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Dr. Dörner, insanların kompleks sistemlerde nasıl ve neden hatalara düştüğünü araştırmış ve bulgularını The Logic of Failure: Recognizing And Avoiding Error In Complex Situations adlı kitabında özetlemiş.

Dr. Dörner kitabında laboratuvarında yaptığı deneylerden bahsediyor. Daha önceki bir yazımda, Aralık ayında yapacağım Yönetici ve Lider Koçluğunda Ustalık programında ve yakında çıkacak kitabımda çok daha detaylı bahsettiğim bu deneyler, özetle şu şekilde yürütülüyor: İki kişilik takımlar halinde ortalamanın üstünde IQ’su olan insanlar, genellikle karmaşık bir sosyal veya ekonomik problemi daha iyi hale getirmeyi içeren gayet gerçekçi bilgisayar destekli simülasyonlarda yer alıyorlar. Örneğin Afrika’da Sahara Çölü’nün kıyılarında yaşayan ve yaşam koşulları çok kötü olan bir bedevi kabilesinin standartlarını yükseltmek gibi. Veya bir şehrin ekonomik, sosyal ve alt yapısal problemlerini çözmeye çalışmak gibi. Dr. Dörner bu kompleks problemlerle başa çıkmak için çabalarken insanların nasıl ve ne şekilde davrandığını inceliyor.

Katılımcılara öncelikle mevcut durum ile ilgili veriler sunuluyor. Katılımcılar çeşitli sorular sorup konuları daha da derinlemesine anlamaya çalışıyorlar. Daha sonra bu verilere dayanarak çeşitli politika ve kaynak kullanımı kararları alıyorlar. Örneğin Bedevi kabilesinin çok kötü olan sağlık koşullarını düzeltmek için aşı kampanyaları düzenliyorlar. Ekim yapılabilir alan kazanmak ve sıtma sorununu çözmek için bataklıkları kurutuyorlar. Derin su kuyuları kazıyorlar. Bu ve benzeri kararlar alarak mevcut kaynakları kullanmaları bekleniyor katılımcılardan. Sonra aldıkları kararlar bilgisayara giriliyor. Karmaşık ekosistemin modellendiği program çalışıyor, ve bu kararlar ve müdahaleler sonucunda bir sene sonraki durumun ne olacağını hesaplıyor. Bu verileri inceleyen katılımcılar bir sonraki kararlarını veriyorlar. Bu şekilde 20 – 30 senenin modellendiği simülasyonlar yürütülüyor Dr. Dörner’in laboratuvarında.

Beklenmedik sonuçlar

Genellikle deneylerin %90’ı şu şekilde ilerliyor: İlk birkaç yıl katılımcılar aldıkları kararlarla hızlı bir biçimde koşullarda iyileşme sağlamayı başarıyorlar. Bunun verdiği cesaretle aldıkları yeni kararlar koşulların çok daha hızlı bir biçimde olumlu yönde gelişmesini sağlıyor. Bedevi kabilesi örneğinde çocuk ölümleri hızla azalıyor, yaşam süreleri uzuyor, otlaklar genişliyor, derin su kuyuları sayesinde tarım gelişiyor. Bu gelişme ve iyileşme yaklaşık 10 – 15 yıl arasında sürüyor. Ancak bu aralıkta, 10 – 15 yıl arasında bir takım karanlık sinyaller gelmeye, katılımcıların müdahale ettikleri ekolojik, ekonomik ve sosyal sistemler zorlanmaya başlıyor.

Başlangıçta hızla yükselen yaşam standardı grafiği önce yataya, sonra birden negatife dönmeye başlıyor. Azalan çocuk ölümleri ve uzayan ortalama yaşam süreleri ile nüfus artışı kontrolden çıkıyor. Ne de olsa doğum kontrol politikaları birer kültür müdahalesi; aşı yapmaktan çok ama çok daha uzun sürede işe yaramaya başlıyor. Çok hızlı büyüyen keçi sürüleri, tüm yeşil alanı yok ediyorlar. Otlak alanlar bu şekilde yok olup da hayvanları besleyecek yemleri kalmayınca, 20. yılın sonunda neredeyse hiç hayvan kalmıyor. Bu arada açılan çok sayıda derin su kuyuları yüzünden yenilenmeyen derin yeraltı suyu kaynakları tehlikeli şekilde azalıyor. Üstüne üstlük kuyuların verimi azaldıkça, katılımcıların çoğu yeni kuyular kazarak suyun tükenmesini daha da çabuklaştırıyor. Deneyin sonlarına doğru çıkan büyük bir salgın, nüfusun önemli bölümünü ortadan kaldırıyor.

Deneylerin hemen hemen %90’ında işler başladığından çok daha kötü bir yerde bitiyor. Ve katılımcılar, bu sonucu birlikte yaratan ikililer, birbirlerini suçlamaya başlıyorlar. Genellikle de ben tek başıma oynasaydım, kesinlikle daha iyi bir yerde biterdik diyorlar. Bir yerlerden tanıdık geliyor gibi değil mi?

Bu nasıl olabilir?

Dr. Dörner ve ekibinin bu deneyleri her zaman iki kişilik takımlar ile yapmasının bir nedeni var: Bu kişilerin zihinsel süreçlerini izlemek. Özellikle de üç veriyi inceliyorlar: Sordukları soruların ve yaptıkları sorgulamaların sayısı,tartıştıkları değişik olasılıkların sayısı ve verdikleri kararların sayısı.

Tipik kötü sonuçlanan bir deney şu şekilde ilerliyor: Deneyin ilk birkaç “yıl”ında katılımcılar hem deneyi yönetenlere, hem de kendi kendilerine bir çok soru soruyorlar, içinde bulundukları durumu doğru anlamak için bir çok şeyi sorguluyorlar. Genellikle yapabilecekleri eylemlerle ilgili birçok olasılık üretip, bu eylemlerin olası sonuçlarını tartışıyorlar. Sonrasında da genellikle çok dramatik olmayan, “dünyayı kurtaracak en büyük çözüm” tadında değil de, birer deney olarak algılanan kısıtlı sayıda karar veriyorlar. Bu kararların sonuçlarını büyük bir merakla bekliyor, bu sonuçlarla ilgili verileri de büyük bir iştahla yutuyor, yeni sorular ve sorgulamalar, yeni olasılık ve fikirler üretiyorlar.

Ancak işler iyiye gitmeye başlayıp da mutlu oldukları sonuçlar gelmeye başlayınca sorulan soruların ve tartışılan farklı olasılıkların sayısı çok ciddi bir biçimde azalmaya başlıyor. Özellikle birkaç üst üste olumlu gelen verilerden sonra katılımcılar sistemden gelen yanıtlara karşı, özellikle de bu yanıtlar beklentilerine uymuyorsa ciddi biçimde duyarsızlaşmaya başlıyorlar. Olumsuz sonuçları ya görmezden geliyorlar, ya da geçici bir durum olarak algılamayı tercih ediyorlar. Bu olumsuz veriler artık göz ardı edilemez hale geldiğinde ise daha da ilginç bir şey oluyor: Sorulan soruların ve tartışılan olasılıkların sayısı artmıyor, tam tersine alınan kararların sayısı artıyor. Bu durumda ise çoğu zaman, yani yapılan deneylerin yaklaşık %90’ında felaket ile sonuçlanıyor.

Kalan %10’unda durum farklı. Bu yüzde on için oyun boyunca sorulan soruların, tartışılan olasılıkların ve alınan kararların sayısı, yüzdesi sabit kalıyor. Yani bir çeşit "başlangıç zihni"ni korumayı başarıyorlar. Bu yüzde on, hiçbir zaman diğerlerinin ulaştıkları tepe noktalara ulaşamıyorlar. Ancak istikrarlı bir yukarı trend yakalıyorlar. Bazen trend aşağı döner gibi olduğunda bunun olası nedenlerini sorguluyorlar. Bu sorgulamalarında özellikle daha önce aldıkları kararların yan etkilerinin neler olabileceğini acımasız bir dürüstlükte incelemekten çekinmiyorlar. Gerektiğinde zor kararları, çünkü veriler buna işaret ettiği için alabiliyorlar, bu sayede kısa vadeli düşüşlere razı olup, ortalamada yukarı trendlerini devam ettirebiliyorlar. Ancak dediğimiz gibi, bu şekilde davrananlar sadece ve sadece %10.

Hataların mantığı

"Bu nasıl olabilir, zeki insanlar bu kadar basit hatalara nasıl düşebilir" sorusuna yanıt arıyor Dr. Dörner. Dörner'e göre biz insanlar, tüm gelişmişliğimize, zihinsel kapasitemize ve bilgilerimize rağmen, kompleks adaptif sistemlerle ve onların problemleri ile karşılaştığımızda, çoğu zaman eline Ferrari verilmiş ufak çocuklar gibi davranabiliyoruz. Düşünüş şeklimiz, zihinsel alışkanlıklarımız, probleme yaklaşım tarzımız iyi niyetli olsa da, birbirini etkileyen unsurların kendi içlerinde dengede durdukları sistemsel yapılara müdahale etmek ve bu sistemlerin görünürdeki problemlerine çözüm bulmak için yetersiz, yeterince evrimleşmemiş, “basit” kalıyor.

Buradaki problem, Dörner’e göre bu sistem problemlerinin anlaşılması çok zor olmasından ve özellikli bilgi gerektirmesinden kaynaklanmıyor. Tam tersine, ilişkiler ve ilişkisel ağlar çok basit. Sahara çölünün ortasında, çok fazla derin su kuyusu kazarsanız, yeterli yağmur almadığı için yeraltı sularını bitirirsiniz. Doğum kontrolünü bir politika haline getirmeden sağlığa müdahale ederseniz, nüfus hızla artar. Doğum kontrolünü bir politika haline getirseniz, halka düzenli eğitimler verseniz, hatta doğum kontrol araçlarını ücretsiz dağıtsanız bile, gelişimsel olarak kabile düzeyinde olan, erkekliğin ve kadınlığın ölçütünü sahip olduğu çocuk sayısı ile ölçen bir kültüre, böyle bir anlam haritasına sahip olan bir halka bunları kabul ettirmeniz, en azından bir kaç kuşak alır.

Bu sistemlerin birtakım özellikleri, insan zihninin bir takım kötü alışkanlıkları ile birleşince, bu sistemlere yapılan ve bu unsurları hesaba katmayan yapay müdahaleleri en iyi ihtimalle etkisiz, ve çoğu zaman son derece tehlikeli kılabiliyor.

Bize kaotik gibi gözüken durumlar, çoğu zaman aslında daha karmaşık, birçok unsurun bir arada birbirlerini tetiklediği ve dengelediği bir düzenin parçasıdır. Ve Robert Kegan’ın dediği gibi bizim zihnimiz bu tip karmaşık durumları anlamak, kaosun içinde yer aldığı düzeni, ve düzenin içinde yer aldığı kaosu anlamak için henüz yeterince evrimleşmiş değil.

Zihnimizin Kötü Alışkanlıkları

Bu yeterince evrimleşmemiş zihnimiz bizi kötü zihinsel alışkanlıkların insafına bırakıyor, bu da işleri içinden çıkılmaz hale getiriyor:

Kompleks olgular hakkında doğrusal, tek yönlü düşünmek gibi…

Kendi yetkinliğini her zaman olduğundan yüksek görmek gibi…

Aslında kolaylıkla başa çıkabileceğimiz ve yüzleştiğimizde bizi özgür bırakacak rahatsızlıklara razı olmak yerine gerçeklerden kaçarak daha büyük acılara yol açmayı göze almak gibi…

Daha da önemlisi, bir karar verdiğimizde ve bir pozisyon aldığımızda, tüm benliğimizi, öz değerimizi ve kendimize olan saygımızı bu bir karara bağlamak gibi: Belli bir amaçla girdik biz bu işe. Kararlar verdik. Duygusal yatırımımız var. İzleyenler var. Bize oy verenler ve vermeye devam etmesini istediklerimiz var. Başarılı olmayı bekliyoruz ve bu beklentimizi sarsacak her türlü veriyi kendimize saldırı olarak algılıyoruz.

Ve hepsinden tehlikeli olmak üzere, kendimizi “iyi niyetli” görmek ve iyi niyetin kendi başına alacağımız her kararı etkili ve olumlu hale getireceğine inanmak gibi.

İyi niyetin karanlığı

Dr. Dörner diyor ki, “iyi niyetli insanların hedefleri peşlerinde giderken davranışlarının olası olumsuz etkilerini düşünmek gibi eğilimleri pek olmaz. Bu nedenle, başka türlü zararsız kalacak beceriksizlikler tehlikeli hale gelir: bu iyi niyetli ve düşük yetkinlikli insanlar, kötü niyetli ve yetkin insanlarda sık karşılaşılan ve onların davranışlarını dizginleme olasılığı bulunan vicdan baskısını nadiren hissederler.”

Yani: iyi niyetli "salakça" fikirler, kötü niyetli "şeytanca" fikirlerden çok ama çok daha fazla kalıcı ve ısrarcı olurlar!

Bu fikirleri salakça yapan şey fikirleri üretenlerin salak olması değil. Tam aksine bu kişiler çoğu zaman, bu deneyde de olduğu gibi, ortalamanın üzerinde zekaya sahipler. Bu fikirleri salakça yapan şey içerdikleri basit ve kibirli düşünüş: aslında müdahale ettiğin sistemin, bu bir ülkenin sosyal, ekonomik, politik yapısı olsun, bir şirketin organizasyon yapısı, İK politikası olsun, veya bir ilişkinin, ailenin dinamikleri olsun, onun senin anlayabileceğinden her zaman daha karmaşık olduğu gerçeğini görememen.

Yani kaotik olanı, karmaşık olanı, dinamik olanı ancak belli bir denge içinde olanı olduğu hali ile görememen. Onun bu koşullarla kendi içinde yarattığı dengeye müdahale ederken bu dengeyi kendi istediğin şekilde, kendi elinle yarattığın düzende, kendi otoritenle sağlayabileceğini sanman. Karmaşık sistemlerin senin otoritene tabi olduğu sanrısına kapılman. Daha önce verdiğin kararlara tüm benliğini, tüm kimlik tanımını bağlaman. Tutunup kalman. Bırakamaman ve bu şekilde kendini tutsak kılman.

İkinci hata ise tüm bu eylemlerin sonucunda dengeyi bozduğunda, bu dengenin bozulmasının ve bu bozulmanın yarattığı hareketin de aslında daha büyük bir düzenin parçası ve doğal sonucu olduğunu görememen. Paniğe kapılman. Panikle daha da otoriterleşmen. Daha çok, daha hızlı, sonuçlarını ve etkilerini tam olarak düşünmediğin yeni bir sürü karar alman. Daha da kaos yaratman.

Çıkış umudu

Biliyorum tanıdık geliyor. Ve bu iyi. En azından içinde bulunduğumuz durumu anlamak, anlamlandırabilmek, o kaos duygusundan kurtulmak için önemli.

Dr. Dörner’in deneyindeki %10’u ancak bu şekilde örnek alabiliriz. Soru sormaya, sorgulamaya, anlamaya sakince devam etmemiz gerekiyor. Sosyal medyanın, basının, ve bizim dikkatimizi kendi amaçlarına çekmek isteyen binlerce kişinin çabalarına rağmen duygulardan ve duygusallıktan arınmalıyız. İçimizdeki kaosu dindirip, verileri, gözümüzün önünde olanları, duygulardan ari bir biçimde değerlendirmeli, şu soruyu defalarca sormalıyız: “Burada gerçekten ne oluyor? Bunu oluşturan koşullar neler? Bunun etkilediği koşullar neler?”

Suzuki Roshi diyor ki "Başlangıç zihninde bir çok olasılık vardır, uzmanın zihninde ise çok çok az".

Ve takılıp kaldığımız kısacık aralıktan çıkarak daha geniş perspektiften, zaman olgusunu da katarak, tüm olguları onları doğuran koşullarla birlikte görebilmemiz lazım. Bu perspektiften bakınca şu gibi gerçekler ayan beyan görünür olur:

Başı olan her şeyin bir de sonu vardır. Her şey başlar ve biter. Çok iyi şeyler de. Çok hoşumuza gitmeyen şeyler de. Sonra başka bir şey başlar.

Olguların akışı içinde hiç bir şeyin kendiliğinden varlığı, anlamı yoktur. Bizim sabit, değişmez, "ilelebet varolacak" diye gördüğümüz şeyler zamanın sonsuzluğu içinde bir yıldızın göz kırpması gibidir.

Hiç bir şey kendi başına var olmaz. Her olgu uygun koşullar bir araya geldiğinde oluşur. Bu koşullar değiştiğinde geçer.

İyi sandığımız şeyler sonrasında istemediğimiz sonuçlar doğurabilir. Kötü sandığımız şeyler sonrasında iyi sonuçlar doğurabilir.

Buddha'nın öğüdü

Buddha, belli bir yaşa geldikten sonra izdeşlerine katılan oğlu Rahula’ya ilk vaazında şu şekilde öğüt veriyor:

“Sakın yalan söyleme Rahula, kendini eğlendirmek için bile (kendine bile). Nasıl bir ayna, üzerine yansıyan olguları oldukları gibi yansıtırsa, senin zihnin de öyle olsun. Olguları oldukları gibi, ona senin tercih, korku ve arzularını bulaştırmadan görsün ve yansıtsın”.