Biz insanlar, gerçekten ilginç yaratıklarız.
Yaşam ilerledikçe, bize yeni şeyler getirir. Bebeklikten çıkıp çocukluğa, çocukluktan ergenliğe, ergenlikten genç yetişkinliğe, vs. ilerledikçe doğal olarak artan hareket etme serbestisi gibi. Yaşamı ile ilgili kararlarını alabilme yetisi gibi. Daha fazla ekonomik özgürlük gibi. Ve tabi bunlarla beraber gelen sorumluluk gibi. Ancak ilerleyen yaşam, bir yandan da bizden bir şeyler götürüyor, bazı şeyleri kaybediyoruz, ister istemez. Bazı şeyler elimizden gidiyor, özellikle de yaşamla ilgili gerçekçi olmayan beklentilerimiz.
Bunlardan en önemlilerinden biri, belki de en fazla kariyer basamaklarında ilerledikçe görünür oluyor: Kontrol. Sonuçlarımı, davranışlarımı, benim dediğim alanda olanları ve üretilenleri belirleyebilmek, istediğimin istediğim gibi olmasını garanti altına alabilmek. Bir şekilde yönetici olduğumuzda, ergen olduğumuza, yetişkin olduğumuzda, daha fazla gelire sahip olduğumuzda o çok istediğimiz sonuçlarımız üzerinde daha fazla kontrole sahip olma arzusunu tatmin edebileceğimiz gibi bir yanılgı taşıyoruz hepimiz. Ancak tam tersi oluyor nedense. Bir anda sorumluluğumuz altında olan, yönetmemiz gereken ve tamamen bizim dışımızdaki koşullara, kişilere, durumlara bağlı olan değişkenler, biz büyüdükçe kat kat artıyor, ve biz daha da kontrol dışı hissediyoruz. Ve bu kontrol arzusunun sarhoşluğu bizi o kadar kör ediyor ki, aslında bizi mutlu ve huzurlu kılacak şeyi, onun peşinde koşarken kaybettiğimizi göremiyoruz bile.
Şirketin en üst pozisyonlarına gelen çoğu kişi, bu yeni “her-şeye-muktedir(!)” pozisyonun artık o çok istedikleri kontrol yetisini kendilerine verdiğini sanrısı ile başlarlar işe. Aslında gayet mantıklı, iyi niyetli, iyi düşünülmüş ve işe yaraması muhtemel yeni vizyonlarını, yeni stratejilerini, kurumun herkesçe malum eksiklerine karşı yeni taktiklerini deklare ederler. Ve doğal olarak bunların hayata geçmesini beklerler. Ama şaşırarak görürler ki, pek de bir şey değişmiyor. Belki bir kere daha söylerler, belki iki kere daha… Ancak baktılar işler istedikleri gibi gitmiyor, önce büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Sonra aslında bu pozisyona gelseler bile hala istedikleri kontrol yetisine hakim olamamaktan kaynaklanan bu hayal kırıklığını dışarı yansıtarak çevrelerindekileri beceriksizlikle, kötü niyetle, değişime dirençle suçlarlar, aynen küçük bir çocuğun istedikleri olmadığında yaptığı gibi (bkz: Yetişkin Olmak yazım). Daha sonra da istedikleri değişimin gerçekleşmesini ne pahasına olursa olsun sağlamak ve aslında kontrol sahibi olduklarını kendilerine kanıtlamak için her şeyi “kontrol” etmeye, tüm sistemi tek başlarına yönetmeye girişirler. Bunu yaptıkça da daha da “kontrolden çıkarlar”, eylemlerini ve zihinlerini, bütünüyle kontrol arzusu ve çabası yönetmeye başlar. Bu yüzden aslında iyi insanlar, kendilerinin bile anlayamayacağı şeyler yapabilirler.
Yaptıkları hata ne? Hepimizin yaptığı, çok temel bir hata. Biz hepimiz, bir düşünceyi, bir fikri, bir vizyonu, bir stratejiyi, bir isteği, bir eylemi bir başka zihne kabul ettirmek, bırak sahiplendirmeyi aktarmak, bırak aktarmayı anlatmak için gereken çabayı alışkanlık olarak azımsıyoruz. Sanki biz söyledik diye, sanki fikrimiz bize çok parlak geliyor diye, sanki zaten herkesin de bunu böyle görmesi gerekir diye, biz istedik diye, söylediklerimiz hemen olacak. Daha önceki yazımda dediğim gibi, iki yaşındaki çocuklardan pek de farkımız yok. Aynen onlar gibi, istediğimiz olmayınca da, hayal kırıklığına uğruyor, öfkeleniyoruz. Sonrasında da istediğimiz olsun, kontrol yanılgımız elden gitmesin diye tüm sistemi ve tüm aktiviteleri kontrole girişiyoruz, ve çoğu zaman tüm sistemi bloke ediyor, salağa çeviriyoruz.
Bütün bunları yaparken de aslında hem kendi, hem de liderlik yaptığımız başkalarının, kurumun hayatında kalıcı olumlu etki yaratmanın belki de tek yolunu, doğal olarak sahip olduğumuz tek değişim aracını, çöpe atıyoruz: Çevremizdeki durumu, insanları, ilişkileri, koşulları ve kendimizi doğru anlayarak ve farkındalıkla eylemlerimizi tüm sistemi olumlu şekilde etkilemek için organize etme gücünü…
Evet, “güç”ten bahsediyorum. Bu hepimizin aslında çok istediği, ancak sahip olmaktan bir o kadar korktuğu, bu yüzden de yerine kontrolü koymaya çalıştığı şeyden. Güç, bir çoğumuz için tü kaka bir şey. Çünkü onunla neler yapabileceğimizden korkuyoruz. Çünkü onu elde edersek, içimizdeki kontrol arzusunun, ve bu güne kadar kontrol çabalarımızın başarısız olmasının getirdiği hayal kırıklığından beslenecek olan öfkenin eline düşeceğinden korkuyoruz belki de. Çünkü çevremizdeki güçlü kişilerin hemen hepsinin bu tuzağa düşmüş olması, bizde de bu endişeyi yaratıyor. Bu çelişki, hem güçlü olma isteği, hem de ondan korkumuz, bizi kontrol arzusunun kollarına geri teslim ediyor.
Ancak bu çelişkiden çıkışın tek yolu da bu. Güç ve kontrolle ilgili o kadar büyük bir kafa karışıklığına sahibiz ki. Farketmediğimiz şey şu: Kontrol peşinde bu kadar koşmak, tüm gücümüzü elimizden alıyor. Gücümüzü sahiplendiğimizde bu kadar kontrol peşinde koşma ihtiyacımız, ortadan kalkacak.
Yukarıda bahsettiğim tuzağa düşmüş çoğu danışanımın keşfettiği gibi birinci adım, en temel varoluşsal gerçeklikle yüzleşmek: Sen yükseldikçe kontrolün azalacak. Daha karmaşık, çoğu değişkenin üzerinde doğrudan kontrolünün az olduğu sistemlerden sorumlu olmaya başlayacaksın. Bu yüzden bu sistemleri, insanları, koşulları etkileyebilme ve yönlendirebilme gücü edinmen lazım. Eğer kontrolde ısrar edersen, bu gücü elde edemez, hatta olanı da kaybedersin. İkinci olarak “güç” ne demek, anlaman lazım. Sistemleri uzun vadeli ve kalıcı olarak etkileyebilmek için kendini, çevreni, seninle birlikte yürüyen insanları, içinde bulunduğun koşulları, nasıl bir kurumsal – sosyal sistem içinde bulunduğunu doğru değerlendirmen, ve değişimin gerçekte nasıl gerçekleştiği ile ilgili gerçekçi bir algı geliştirmen lazım. Çünkü ancak bu farkındalık ve anlayışa dayanan daha uzun vadeli, adım adım bir değişim stratejisi yürütürsen, kendini ve beraber yürüdüğün insanları, kurumunu, gerçekten istediğin vizyona, o hayalini kurduğun mutlu geleceğe taşıyabilirsin.
Bunun için de öncelikli olarak rüyandan, o gözünü diktiğin ve ondan başka bir şeyi görmeni engelleyen sonuç hipnozundan, kontrol hipnozundan uyanman lazım. Uyan ve çevrene bak. Nerede olduğuna bak. Kimle olduğuna bak. Aslında neye ulaşmak istediğine bak. Eylemlerine bak. Eylemlerinin ve seçimlerinin seni nereye götürdüğüne bak. Muhtemelen nereye doğru gidiyorsan, oraya varacaksın. Uyan.
Yalnız bu tanımda bir problem var. Bu şekilde yönetimin, liderliğin, hatta yaşamın önceden belirlediğin bazı amaç ve sonuçlara mutlaka ulaşılması gereken bir alıştırma değil, her an o anki koşulların gerçekliği içinde bir eylemde bulunduğun, ve bu eylemlerin sonucundan öğrendiğin bir deney haline gelecek. Bu şekilde, her şeyin her an kontrol altında olamayacağı gerçeği ile yaşamak zorunda kalacaksın. Bu şekilde, aslında kontrol etmeyi bırakırsan, yani aslında gerçekçi olmayan arzularınla vedalaşırsan, yanılsamaların yerine yaşamın ve bu eylemler ve sonuçlar sisteminin gün gibi ortada olan gerçekleri ile yüzleşmeye cesaret edersen ve bu sayede özgürleşirsen, yaşamını ve çevreni etkileyebilecek güce sahip olabileceksin, ve belki de sonunda kendinin, eylemlerinin ve kaderinin başka bir anlamda efendisi olabileceksin. Belki de.
Ve bunu bilsek de, sen ve ben, biz hepimiz, bir ölçüde azıcık kontrol yanılgısı için gücümüzden vazgeçmeye devam edeceğiz…
Biz insanlar, gerçekten ilginç yaratıklarız vesselam…
Bu yazı, daha önce başladığımız Liderin Önündeki Engeller yazı dizisinin devamıdır. Theravada meditasyon geleneğindeki, insanın gerçeği görmesini ve mutlu yaşamasını engelleyen beş engel/gardiyan yaklaşımının liderlik uygulamalarına uyarlaması olarak da okunabilir. Kontrol, ve daha sonraki bir yazıda inceleyeceğimiz pişmanlık, liderin dördüncü engelidir. Bu yazı “Kurumsal Koçluk” kategorisinde, biz kurumsal koçların liderlik ve liderlerin zorlukları ile ilgili bilmesi gerekenler tartışması içinde yayınlanmıştır.
Leave A Comment