Küçükken ağabey ve ablalarınızla kovalamaca, saklambaç, körebe filan oynadınız mı hiç? Bazen iyilikleri tuttuğu için, bazen anne babalar şart koştuğu için, bazen de sadece oyunlarını bozmayalım diye bizim oyunlarına katılmamıza izin verirlerdi. Ama bir şartla. Biz sayılmıyorduk. Biz küçüktük çünkü, sounuçlarımızın sorumluluğunu alamazdık. Biz onları yenemezdik, güçsüzdük, başa çıkamazdık. Biz fasulyeden oynardık.

Gün geçti, büyüdük. Oyunlara fasulyeden değil de aslen katılmaya başladık, önümüz arkamız sobe, saklanmayan ebe oldu. Saklandığımız halde ebe olduğumuz durumlar da oldu. Ebe olmayı hiç sevmedik, keşke fasulyeden olsaydık dediğimiz zamanlar bile oldu. Mümkün olduğu kadar çabucak ebe olmaktan kurtulmaya baktık, elim sende demek için, ebeliği savuşturmak içn deliler gibi koşturduk.

Sonra başka oyunlar oynamaya başladık, daha büyük oyunlar. Yaşam denilen oyunla karşılaştık, onun içinde ilerlemek için, kazanmak için çabalamaya, uğraşmaya başladık. Ama nedense bu ebe olduğumuz hissi gitmiyordu bir türlü. Gözümüzü yumuyorduk, yüze kadar sayıyorduk, önümüz arkamız, sağımız solumuz sobe de diyorduk ama, ebelikten kurtulamıyorduk nedense…

Zaten çok da istekli değildik bu oyunu oynamaya, mümkün olsa bugün bırakacaktık; ama bunun sonuçlarına da katlanamazdık; o zaman yavaş yavaş çocukluğumuza, o iilk oyuna katıldığımız döneme doğru çekilmeye başladık biz de. Sayılmıyorduk çünkü. Biz fasulyeden oynuyoruz bu yaşam denilen bu oyunu. Çünkü sayılmıyoruz ki! Kimse saymıyor bizi, yaşamın tümüne hiçbir etkimiz yok ki bizim! Biz olmasak ne değişir sanki, ne fark yaratıyor olabiliriz ki!

Siz de mi fasulyeden oynuyorsunuz? İşinize gidip gelirken içinizde taşıdığınız duyguların arasında çaresizlik, değersizlik ve etkisizliğin parçaları var mı? Kendinizden bahsederken “başçavuşun eşşeği” tabirini kullandınız mı hiç? İşinizde sadece zaman doldurmak için mi çalışıyorsunuz? İşten aldığınızla verdiğinizi dengelemek için kendinizi aynı zamanda daha az iş yapmaya doğru bilinçsizce çekilirken mi buluyorsunuz?

Ya özel yaşamınız? Orada da fasulyeden mi yaşıyorsunuz? Daha iyi bir seçeneğiniz olmadığı için mutlu olmadığınız bir ilişkiyi mi yürütüyorsunuz? Laf olsun diye arkadaşlık yapıyor, zamanınızı mı dolduruyorsunuz? Ya hobileriniz? Televizyon karşısında geçirdiğiniz zamanı tanımlamak için mi kullanıyorsunuz bu kelimeyi, yoksa her akşam bir barda üst üste dizdiğiniz bardak sayısını mı? Zorunlu hissettiğiniz için mi ziyaret ediyorsunuz anne babanızı ve akrabalarınızı, yoksa bundan keyif aldığınız için mi? Siz fasulyeden yaşayanlardan mısınız?

Neden fasulyeden oyunuyorsunuz bu oyunda, neden sayılmıyorsunuz, biliyor musunuz? Çünkü bu sizin tercihiniz. Bir yerlerde bir gün fasulyeden oynamanın daha güvenli olduğuna, zaten kazanmanızın imkanı olmadığına karar verdiniz. Oynamazsanız, kaybedemezsiniz de. Ama kazanma ihtimaliniz de ortadan kalkar.

Aslında bunu istemiyorsunuz, biliyorum. İstediğiniz sayılmak, yüzde yüz kendinizi vermek, sorumluluklar almak, istediğiniz yaşamı yarattmak için bir şeyler yaptığınızı bilmek. Ancak sayılmıyormuş gibi davranarak, fasulyeden oynayarak, sorumluluklardan kaçarak bunu beceremeyeceksiniz, güvenin bana.

İşinizin ne olduğunu bilmiyorum. Ne kadar tekdüze, sıkıcı, önü kapalı, dar tanımlı olduğunu bilmiyorum. Ama şunu sormanızı istiyorum kendinize: “Eğer fasulyeden çalışmasaydım, fasulyeden oynamasaydım,eğer gerçekten sayıldığımı bilseydim, ne yapar, nasıl çalışır, nasıl hisseder, nasıl düşünür, insanlarla nasıl ilişkide olurdum?”

İşte size üzerinde düşünülmesi gereken ve yaşamın her alanı için kendi kendimize sormamız gereken bir soru. İş yaşamınızda, romantik ilişkilerinizde, arkadaşlıklarınızda, hobilerinizde, kişisel gelişim çabanızda, topluma ve başkalarına katkınızda, ve sizin için önemli diğer bütün alanlarda eğer sayılsaydınız, gerçekten oyunun bir parçası, kritik bir elemanı olsaydınız, ne yapardınız? Örneğin işinizde çalıştığınız çevreyi güzelleştirir miydiniz? İş arkadaşlarınızla, ast ve üstlerinize yaklaşımınız nasıl farklı olurdu?

Yapmamız gereken, sayılıyormuşçasına oynamak oyunu. Önce kendi kendimizi saymak. Yüzde yüz vermek kendinizi o an yaptığınız işe, beraber olduğunuz kimselere, kişisel gelişiminize ve ilerlemenize, hedeflerinize, yaratmak istediğiniz yaşama. Sarılın, sayılsaydım, fasulyeden değil de aslen oynasaydım nasıl oynardım diye düşünerek oynayın bu oyunu. Artık yaşamın size istediklerinizi, hakkettiklerinizi vermediğinden yakınmayı ve şikayet etmeyi bırakın ve kendinizi yüzde yüz yaşamaya adayın. Ve unutmayın yüzde 99 adanmışlıkla yüzde 1 adanmışlık aynı şeydir, tam adanmışlık yoksa eğer.

…Ve, George Bernard Shaw’a kulak verin:

“İşte yaşamdaki gerçek haz budur, sizin tarafınızdan yüce olarak kabul edilen bir amaç için kullanılmak, doğanın bir kuvveti olmak; dünyanın sizi mutlu etmek için kendini adamadığı için şikayet eden küçük ateşli bir keyifsizlik budalası olmaktansa.

Düşüncem o dur ki yaşamım bütün topluma aittir, ve yaşadığım sürece, onun için yapabileceğim herşeyi yapmak benim için bir ayrıcalıktır. Öldüğüm zaman tamamen kullanılmış olmak istiyorum, çünkü ne kadar çok çalışırsam o kadar çok yaşarım.

Yaşamdan sadece yaşamak adına keyif alıyorum. Yaşam benim için kısa bir mum değil. O benim için bu an tutma hakkını elde ettiğim muhteşem bir meşale, ve ben gelecek nesillere aktarmadan önce onun olabildiğince parlak yanmasını istiyorum.”