Alın size bir ‘güçlü soru’: Sizce yaşamın, yaşamanın anlamı, amacı ne? Yaşam, ne hakkında? Yaşamanın ‘özü’ ne?
Bu soruya yanıt verirken, yanıtlarınız aşağıdaki olasılıklardan hangisine veya hangilerine daha çok uyuyor, onu düşünmenizi rica ediyorum. Birden fazla yanıt olabilir, mesela dünya görüşüm daha çok 6. maddeye uyuyor, ama 7., 5., ve 4. madde gibi düşündüğüm, hissettiğim alan ve zamanlar var diyebilirsiniz. Hatta mümkünse yüzdeler de verebilirsiniz. Bunu belirlerken fikir yürütürken nasıl düşündüğünüz kadar, eylemlerinizi hangi düşünce sistemi belirliyor’u da hesaba katın lütfen:
- Yaşamın özü, ne olursa olsun hayatta kalmaktır. Her koyun kendi bacağından asılır, ve kimse kimseye kendi faydasına olmadıkça yardım etmez. Onun için her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmayı becermek en önemli şeydir.
- Yaşam, bizim anladığımızdan, gördüğümüzden daha karmaşık bir yer. İyi ki parçası olduğum bir grubum, ailem, mahallem, kabilem, şirketim var. Eskiler, bu dünya ile ve onu yöneten her ne ise onunla yaşamayı bizden çok daha iyi biliyorlardı. Yapmamız gereken eskilerin doğru yaptığı şeyleri yapmaya devam edip bu gördüğümüz ve görmediğimiz dünya ile barış içinde yaşamak, atalarımızı onurlandırmak.
- Dünya benim oyun alanım. Yaşama bir kere geldim, tabi ki onu en iyi şekilde yaşamak istiyorum, ve buna hiç kimse engel olamaz. Eğer güç elimdeyse, onu tabi ki kendim için en iyi olanı elde etmek için kullanacağım. Ve güçsüz duruma düşmemek için de elimden geleni yapacağım.
- Yaşamın anlamı, dinime/tanrıma/ülküme/ülkeme/milletime hizmet etmek. Çünkü dünya üzerindeki tek doğru/en iyi din/ülkü/millet benimkisi. Ona hizmet etmek, onun için çalışmak, gerekirse onun için savaşmak ve ölmek, hayatımla yapabileceğim en onurlu, en anlamlı şey. Aynı şekilde benim ailem, benim hemşerilerim, benim şirketim en iyisi.
- Yaşam, bize fazlası ile fırsatlar sunuyor. Her bireyin görevi, kendisine verilen yetenek ve aklı en iyi şekilde kullanarak ulaşabileceği en iyi yere ulaşmak, kendinden öncekilerin, girişimcilerin, kaşiflerin, iş insanlarının, bilim adamlarının peşinden, onların izlerinden gitmek ve bize verilen bu dünyanın evrenin sırlarını çözmek, ve tabi ki bundan kazanç elde etmek. Benim de amacım bu. Eğer kendime bir hedef koyar, buna inanır, ve gerekli çabayı gösterirsem, kesinlikle başarırım.
- Yaşamın anlamı, bu dünya üzerinde yaşayan herkesin kardeşçe, eşit haklara sahip olarak, birbirini ezmeden ve ezilmeden, birbirinin hakkına saygı duyarak yaşamasını sağlamaktır. Hiçbir dünya görüşünün diğerine üstünlük taslamaya hakkı olmamalı. Her türlü hierarşi, temelinde insan haklarına ve kardeşliğe karşıdır. Birinin statüsünü, gücünü, parasını, bilgisini, imkanlarını kullanarak bir başkasına üstünlük kurmasına, ortak yaşam alanımıza hükmetmesine ve kirletmesine kesinlikle tahammül edemem.
- “Kelebek etkisi” yaşamın ve dünyanın özü: Tokyo’da bir kelebeğin kanat çırpışı, 3 sene sonra Atlantik’te büyük bir kasırganın çıkmasını sağlayacak olayların nedeni olabilir. Bu açıdan diğer tüm dünya görüşleri birlikte mevcut gerçekliğimizi yaratıyorlar. Dünya her parçanın birbirini etkilediği kocaman bir ekosistem, ve bireyin görevi, bu devamlı değişim ve karmaşa içinde ve onunla uyum içerisinde zekasını, aklını, kullanarak kendi yerini bulmak ve diğerlerine de saygı duyarak kendini gerçekleştirmek. Bu sistemde de sistemi anlayanlar, bu bilgiye ve bakış açısına sahip olanlar, onunla başa çıkmak ve diğer insanlara yol göstermek için en donanımlı kişiler olacaklardır.
- Dünya, gaia, yaşam, insan ırkı, bir bütün, tek bir organizma, tek bir enerji ağı, yaşamın amacı o bütünle ve bütünü oluşturan tüm parçalarla uyum içinde, o büyük bütünlüğün hem bir parçası hem de kendisi olduğunu idrak ederek yaşamak, ve ona ve bütünlüğe, birliğe hizmet etmek, hatta onunla bir olmak. Her varlık acıdan kurtulup mutlu olmaya çalışıyor, o açıdan tüm yaşayan varlıklara ve eylemlerine şefkat duyarak yaklaşmalıyım, çünkü onlar da benim bir parçam.
- Yaşamın amacı hakikati, insanın kendi varlığı ile ilgili gerçeği, tüm açıklığı ile idrak etmek. Bunun dışındaki her çaba, aslında imkansız olan egonun yarattığı bu dünyadaki acısından kurtulma çabasıdır. Acıdan kurtulmanın tek yolu, hakikati ve ilüzyonu görmek. Tabi ki insan tek başına mutlu olamaz, ama başkalarına mutluluk vermek, yani onları da ilüzyondan kurtarmak için önce kendisi bunu becermeli. Bundan daha öncelikli bir şey olamaz.
İnsanların ve insan topluluklarının içinde bulundukları durumları ve karşılaştıkları olayları yorumlama şekillerini ve bunlara verdikleri tepkileri belirleyen düşünce sistemleri, bir çok araştırmacının ilgi alanı olmuş şimdiye kadar. Kohlberg, Kegan, Gilligan, Erikson, Maslow ve diğerleri, bu başta sorduğumuz sorulara benzer yöntemlerle gerçekleştirdikleri çalışmalarda farklı modeller yaratmışlar. Bizim yukarıda paylaştığımız model, Claire W. Graves‘in araştırmalarına ve teorilerine dayanarak Don Beck ve Chris Cowan’ın oluşturduğu ve Spiral Dynamics: Mastering Values, Leadership and Change adlı kitabında dünyaya tanıttığı Spiral Dynamics modelinin parçaları, ama hemen her modelde, üç aşağı beş yukarı benzer bir kademe yapısı ile karşılaşıyoruz. İşte bu ve bunların alt sınıfları olarak tanımlayabileceğimiz düşünce sistemleri, insanların sözlerini, eylemlerini, alışkanlıklarını, karakterlerini ve kaderlerini belirliyor.
Graves’in araştırmaları gösteriyor ki insan toplulukları karşılaştıkları yaşamsal durumlarla başa çıkmak için belli düşünce sistemleri geliştiriyorlar, ve bu düşünce sistemlerinin yetersiz kaldığı, hatta daha da kötüleştirdiği durumlarla karşılaştıklarında yeni düşünce sistemlerini ve yeni zihinsel kapasiteleri aktive ediyorlar. Bunu yaparken bir önceki seviyeyi tamamen ortadan kaldırmadan, onu içlerine alıp, onun üstüne çıkarak ilerliyorlar.
Beck ve Cowan, bu modellerinin seviyelerini renklerle sembolize etmişler. Gerçek yaşamdaki ilk uygulamalarından birisi Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki ayrımcı yapıdan daha eşitlikçe bir yapıyı kansız ve en az sorunla geçmek üzerine Nelson Mandela ve ekibine destek olmak olarak ortaya çıkmış. Bu modelin detayları şu tabloda gizli:
Mutlaka eksiklikleri olan bu model, yine de insanların ve insan gruplarının yaşadığı bir çok çatışmanın ve zorlukların kökenleri ve bundan çıkma yolları ile ilgili bir fırsat sunuyor bize. Mesela biz koçlar ve destek vermeye çalıştığımız liderler açısından bakalım: Çoğu organizasyon ve organizasyonun içindeki alt gruplar (takımlar, departmanlar, eskiler, yeniler, mühendisler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, satışçılar, finansçılar, vb.) bu düşünce sistemlerinden bir veya bir kaçını temsil ediyor olabilirler. Biz o grupları, o grupların düşünce ve inanç sistemlerini anlamadan, hesaba katmadan ve buna saygı duymadan değiştirmeye kalktığımızda, daha önce de konuştuğumuz gibi hiç anlamadığımız dirençlerle ve tepkilerle karşılaşabiliriz.
Özellikle bizim alanımızda, liderlik gelişimi ve koçluk alanında sık karşılaştığımız bir durumu biraz daha incelememizde fayda var diye düşünüyorum: Eğer son 15 – 20 yıl içinde yaratılan Liderlik, Yönetim, vb. ile ilgili kitaplara, görüşlere, düşüncelere genel bir göz atacak olsanız, muhtemelen bunların önemli bir bölümünün Beck’in Yeşil renkle temsil ettiği 6. dünya görüşüne dayanan teoriler, yaklaşımlar, uygulamalar olacağını göreceksiniz. Bu çoğulcu, ve kendinden önce gelen Turuncu ve Mavi dünya görüşünün negatif etkilerine tepki olarak doğan ve çok gerekli dünya görüşünü savunan kişiler, düşünürler, liderler, koçlar, son dönemde katılımcı yönetim, hizmetkar liderlik, kademeler ve görevler arası eşitlik gibi yaklaşımları yönetimde geçerli uygulama yapmak için yoğun bir çaba içerisinde gibi gözüküyorlar. Bu bir çok açıdan saygı duyulabilecek ve faydalı, ve tabi ki benim de hararetle savunduğum bir görüş. Ancak bu yaklaşımla, özünde Kırmızı ve Mavi dünya görüşünün hakim olduğu, yani daha egomerkezli ve daha geleneksel bir kültüre müdahale etmeye kalkar ve bu amaçla bu sistemi dengede tutan ve muhtemelen mavi ve kavuniçi dünya görüşünden doğan yönetim yaklaşımlarını baskılamaya kalkarsanız, muhtemelen alacağınız sonuç, sizin bu sistemin güvenini en kısa zamanda kaybetmeniz ve hızlıca dışarıya tükürülmeniz olabilir. Eğer sistemi etkileyecek kadar gücünüz varsa, bu sefer de mavi – kavuniçi, yani kurallara dayalı ve iş sonuçlarına birincil önem veren yönetim yapısını ortadan kaldırmayı becerirseniz eğer, alttaki egomerkezci ve kendi gücünü istediğini elde etmek için kullanan düşünce sistemini serbest bırakmış da olabilirsiniz.
İçimizdeki “Yeşil” bağırıyor: Bir dakika. Bu sanki belli düşünce sistemlerinin diğer sistemlerden daha iyi olduğunu iddia etmek gibi geliyor. Bu kesinlikle doğru değil. Her düşünce sisteminin olumlu ve olumsuz yanları var. Aynı dünya görüşüne mensup iki kişiden birisi kendisi ve çevresi için çok faydalı olabilirken bir diğeri çok büyük zararlar verebiliyor. Buradaki temel soru, bu dünya görüşü ve düşünce sistemi, mevcut durumun ve kişinin/organizasyonun/toplumun içinde bulunduğu koşulların ve amaçlarının gereklerini karşılıyor mu?
Bu nedenle birer koç olarak yapmamız gereken, öncelikle destek olmaya çalıştığımız sistemi ve o sistemde hakim düşünce sistemlerini iyi bir şekilde anlamak, ve koçluk yaptığımız liderin anlamasına, ve bu anlayışa dayanarak, bu sistemin, kendisinden beklenen görevleri yerine getirebilmek için nasıl bir liderliğe, nasıl bir desteğe ihtiyacı var sorusunun yanıtlarını vermesine destek olmak. Çünkü eğer o düşünce sistemlerini, yani insanların değerlerini, dünya görüşlerini, ihtiyaçlarını, korkularını anlamazsak, onlar tarafından duyulmamız ve onlara destek olmamız da imkansız hale gelebilir. Don Beck kitabında, G. Afrika’da ayrımcılığın sonlandırılmasından sonra yeni eğitim sistemini kurgulanırken bir çok batılı danışmanın kollarının altında çocukları özgür bırakarak kendi ifadelerini bulmalarını destekleyen Post modern yaklaşımlarıyla akın ettiğini anlatır. Nelson Mandela’nın tutumu buna karşı çok nettir: “Bütün bunlar güzel. Ama önce çocuklarımıza disiplin öğretin.” Çünkü etkin ve çalışan bir mavi yapının, kuralların, kaidelerin ve olumlu suçluluk duygusu duyabilme becerisinin eksikliğinde, Yeşil odaklı yaklaşımlar ile sadece Kırmızı’nın, yani benmerkezci, kendi ihtiyaçlarını karşılarken başkalarına verdiği zararı hesaba katmayan dünya görüşünü serbest bırakmış olabilirsiniz. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında, gayet iyi niyetli Yeşil dünya görüşünün Turuncu, modern/rasyonel görüşü baskılamasının sonucu, nasıl daha alttaki Kırmızı – Mavi dünya görüşlerinin serbest kaldığını birlikte izliyoruz.
Peki insanların gelişimi? Bu bir şekilde insanları oldukları yere hapsetmek, onları sınıflandırmak ve bu sınıflara hapsetmek değil mi? Ne kadar güzel bir “yeşil” düşünce! Graves’in araştırmalarının gösterdiği bir şey de şu: İnsanlar bir üst düşünce sistemine ancak o düşünce sistemini gerektiren durumlara maruz kalarak ve gerekli koşullar oluştuğunda geçebiliyorlar. Ve bu düşünce sistemleri merdiveninde, basamak atlamak pek mümkün olmuyor, özellikle de insan topluluklarını düşündüğümüzde. Yani ağırlık merkezi Kırmızı veya Mavi olan bir topluluğu doğrudan Yeşil düşünüş sistemine itemiyorsunuz. Örnek olarak Sovyetler Birliği dağıldığında Rusya ve diğer cumhuriyetler henüz serbest piyasa yapısının işlemesini destekleyecek kurallar ve alışkanlıklar yapısı (Mavi) oluşmadan Batı’nın empoze ettiği Turuncu – Yeşil yapıyı uygulamaya soktuğunda, ortaya çıkan istenildiği gibi Turuncu bir yapıdan çok Kırmızı’nın hortlaması oldu: karanlık yöntemleri de kullanan oligarklar. Aynı şekilde Rusya Afganistanı işgal edip de ülkedeki Mavi toplumsal yapıyı ortadan kaldırdığında, ve yerine yeni bir yapı kurulmadığı için bugün mevcut olan ve tüm dünyayı da tehdit eden Kırmızı yapı hüküm sürmeye başladı.
Onun için eğer amacımız gelişimse, öncelikle insanların mevcut bulundukları düşünüş sistemini tam olarak sahiplenmelerine destek olmak, sonrasında bu grubun bir üst seviyeye yükselmesi için gerekli koşulları sağlamak. Ve hiç bir zaman, basamak atlamanın mümkün olmadığını unutmamak. Hakim dünya görüşünün Mavi, yani geleneksel, kurallara ve geçmiş yöntemlere bağlılık, sadakat, gemiyi sallamamak olduğu bir ekipte, öncelikle kişisel sorumluluk, performans kültürü, başarıya bağlı ilerleme, daha yetenekli, kabiliyetli olanın sıyrılması gibi kültürel faktörleri uyandırmadan katılımcı yönetim, çevre bilinci, vb gibi bir kültür oluşturamazsınız.
Ve tabi kendinizi ve başkalarını değerlendirirken şunu da unutmayın. Tüm bu dünya görüşleri, düşünce sistemleri, adı üzerinde, sadece birer düşünce. İnsanları sadece bu düşünce sistemleri ile değerlendirip yargılayamayız. Herhangi bir düşünce sistemine ait olması, bir insanı veya insan grubunu diğerlerinden daha değersiz veya değerli yapmaz.
Hadi gelin bu yaklaşımı ne kadar anladığımızı test edelim: Bu yazı ile, hatta tüm bu yazılar ile ifade edilen düşünceler hangi düşünce sistemine ait gibi gözüküyor sizce? Sanki Sarı merkezli, Yeşil ve Turuncu tonları da içeren düşünceler gibi, değil mi? Hemen hepimizin de katılacağı gibi, normal yaşamımızı nasıl organize edersek edelim, hangi düşünce sistemini destekleyen gruplarla birlikte olursak olalım, hangi partiye oy verirsek verelim, başkalarına destek vermeye kalktığımızda daha sistem bakışı ile, herşeyin birlikte nasıl çalıştığını hesaba katar bir biçimde yaklaşmadığımızda, yaptığımız şey kendi düşünce sistemimizi, başka düşünce sistemlerinin üzerine empoze etmeye çalışmak, onların düşünce sistemlerini kendi düşünce sistemimizi dünyanın en iyi şeyi sanmaktan kaynaklanan kibirle değiştirmeye çalışmaktan başka bir şey olmayacak. Bazen insanlar işbirliği içinde gözükecekler, ama o insanlar değil, zihinlerinin içinde yaşayan ve kendileri sandıkları düşünce sistemleri, sonunda kadar direnecek. Bizim yapmamız gereken bu durumda, bu fırsatı kullanarak, kendimiz sandığımız, öznesi olduğumuz düşünce sistemimizi görmeye ve anlamaya çalışmak. Kegan’a dönelim tekrar: “Gelişim, öznesi olduğumuz şeyi, nesnelleştirmek ve ona bakabilmek, onu inceleyebilmekle gerçekleşir”. Bunu bir kere, bir kaç kere yaptıkça da insanda ister istemez farklı bir anlayış gelişmeye başlar: “Bu ben sandığım, sıkı sıkıya sarıldığım şey, şeyler var ya, aslında sadece, ama sadece bir düşünce, düşünceler…”
Tekrar, Reade’e kulak verelim:
“Düşüncelerinize dikkat edin, çünkü düşünceleriniz, sözlerinize dönüşür. Sözlerinize dikkat edin, çünkü sözleriniz, eylemlerinize dönüşür. Eylemlerinize dikkat edin, çünkü eylemleriniz, alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin, çünkü alışkanlıklarınız, karakterinizi oluşturur. Karakterinize dikkat edin, çünkü karakteriniz, kaderiniz olur”.
Ve bununla birlikte…
… tüm bu anlattıklarım…
… tüm burada yazılanlar…
… sadece…
… birer düşünce…
… sadece!
Tebrikler,Tesekkurler!
merhaba
Düşünce ile madde arasındaki tek fark frekans sayısıdır ,,,,
saygılarımla
yasemin okçu
Yazılarınız çok doyurucuydu teşekkürler. Kabul etmemiz gereken gökkuşağının gökkuşağı olduğu. Hangi rengi (düşünceyi) seçersek seçelim hepsi birbiri için ve birbiri ile birlikte var oluyorlar. Nasıl bir gökuşşağının renklerini aynı anda farklı yerlerde göremiyorsak düşünce sistemleri de sürekli birbirini tetikliyor. Her rengin(düşüncenin) mesafesi birbiriyle bir adım… Ancak hazır olunduğunda ve geçmiş ol-an haliyle kabul edildiğinde yenisine geçiliyor. Burada devreye gerçek ve illüzyon giriyor. Sarmalın içine her düş-tüğümüzde illüzyondayız dışarı çıkıp düş-ünüce yarattığımız gerçeklikte:)