Bu e-dergi içinde her türlü ilişkileden o kadar çok bahsettik ki! Aslına bakarsanız başka hiçbir şeyden de bahsetmedik! Kendimizle, vücudumuzla, düşüncelerimizle, duygularımızla, sevdiklerimizle, sevmediklerimizle, işimizle, zamanımızla, geçmişimizle, geleceğimizle olan ilişkilerimizden bahsettik. Dedik ki insanlar, karşılaştıkları herşeyle ilişkiye geçer. Bu konuda seçim hakkımız yoktur. Bu dünyada karşımıza çıkan her olguyla, onu göz ardı edebilmek için bile ilişkiye geçmek zorundayız. Bu ilişki kurabilme kapasitemiz bizim oluş halimizin temel öğelerinden biridir. Bütün bu ilişkileri kurabilmemiz için bir tane önemli araca ihtiyacımız olduğundan bahsettik: Dil.
James Flaherty’nin de belirttiği gibi, hepimiz, insan toplumunun birer üyesi olarak daha iki yaşına ulaşmadan dil topluluğunun da birer üyesi haline geliriz. Herhangi bir şeyi diğer herşeyden ayırd edecek dile sahibizdir. Bunu daha konuşmaya başlamadan yapabiliriz. Karşılaştığımız her olguya ve her deneyim için daha mensubu olduğumuz dili öğrenmeden bile birer kavram üretiriz. Hangimizin bebekken suya veya bir oyuncağımıza veya dayımıza verdiğimiz komik bir ismimiz yoktu ki! İnsanoğlu karşılaştığı kavramlarla ilişki kurabilmek için önce bir dil üretmek zorunda her zaman. İsim verdiğimiz, yani dil ürettiğimiz kavramlar bizim için tanınır, dolayısıyla güvenilir oluyor. Bilindik bir tehlikeyi, adlandırmadığımız bir belirsizlik duygusuna tercih ederiz çoğu zaman.
Deneyimlediğimiz gerçek ve olgulara yakıştırdığımız, ürettiğimiz kavramlar değil ama aslında bize sorun yaratan. Çünkü, bazen kendi ürettiğimiz, düşünüşümüzün meyvesi olan bazı kavramlara da gerçek üretiyoruz, ve insanoğlunun problemi burada başlıyor. Çocuk doğduğunda aklında çoğu olgu ve kavram yoktur. Çocuk önce anneyi bilir, onu da bir olgu olarak bilir, daha kavramsal “anne” yoktur ortada. Sonra açlığı bilir, yalnız kalma korkusunu bilir, kakayı bilir, doymayı bilir, sevgiyi bilir. Daha sonra yaşamının parçası olan bütün bu olguların adını öğrenmeye, dil toplumunun bir üyesi olmaya başlar.
Ama bazı kavramların içini duygularla doldurması gerekecektir çocuğun. Çocuk acıyı ve zevki bilir, ama iyi ve kötüyü öğrenecektir. Çocuk ekmeğe elinin tersiyle vurduğunda yere düşeceğini deneyimle öğrenecektir, ama bunun günah olduğu deneyimle öğrenebileceği bir şey değildir. Günah kavramını öğrenmesi için bu kavramın öncelikle zihninde yaratılması gerekecektir. Burada normal süreç tersine dönmüş, çocuğun deneyimiyle bileceği, eliyle gösterip de isim takabileceği bir olgu veya nesne değil, önce ismini öğrenip, sonra içini doldurması gereken bir kavram ortaya çıkmıştır.
Ve çoğu zaman bizim başımıza iş açan bu sonradan öğrenilmiş ve deneyimlerimizle içimi dolduramadığımız kavramlar. Örneğin sevgi hepimizin deneyimsel olarak bildiği bir gerçekken “gerçek sevginin” insanın kendisini, hayallerini, benliğini bir başkası için feda etmesi demek olması böyle bir kavram. Böyle içi sonradan doldurulan bir kavrama gerçeklik kazandırmaya çalışırken yaşanan acı ve ızdırap, insanın asıl deneyimsel sevgi duygusundan da kopmasına yol açabilir.
Bu tip sonradan olma ve şişirme kavramlar, gerçek ve temel duygularımızın da üstünü örterek onları ifade edemememize, onların yerine ikame duyguların peşinde koşmamıza yol açıyor. Bunun bir başka yüzü de deneyimsel olarak bildiğimiz gerçek ve temel ihtiyaçlarımızı bir yana bırakıp, bize başkalarının, reklamların, diğer toplum üyelerinin veya kurumların dikte ettirdiği ihtiyaçların peşinde koşmamız. Bütün her şeye sahip olup, mümkün olan en iyi yaşam standardına sahip olan bazı insanların yaşamlarında kalite bulamamalarının bir nedeni de bu olsa gerek.
Şimdi gelin duruma farklı bir biçimde bakalım: Omuzlarınızın üstünde gerçekten bu mesajı ekranından okuduğunuz bilgisayardan çok daha kapasiteli ve güçlü bir bilgisayar var. Bu bilgisayarı en verimli şekliyle kullanmak için bir sürü program var ortada, devamlı software yüklüyoruz açıkçası. Tuvalet eğitiminiz, çatal bıçak kullanmayı öğrenmek, yürümek, konuşmak, bitirdiğiniz okul, gittiğiniz seminerler, okuduğunuz kitaplar, şu anda okuduğunuz bu yazıdan düşünce sisteminize kabul edeceğiniz fikirler… Hepsi birer yazılım aslında.
Bilgisayarınızda virüs koruma programı ve firewall yazılımı var mı? Maalesef zihninizde yok! Şimdi beni iyi duyun: Bilgisayarınıza virüs bulaşmış!!! Bu içi boş, deneyimle desteklenmeyen kavramların bir çoğu, dil yoluyla zihinlerimize bulaştırılan virüsler gibi. Bazılarımız için bu virüsler bilgisayarımızı ciddi biçimde yavaşlatırken bazılarımız için sistemi tamamen kilitleyip durma noktasına getirebiliyor. Bazılarımız girdiği döngüden hiçbir şekilde çıkamıyor, hep aynı virüs programını çalıştırp duruyor, hep benzer ilişkiler, benzer iş problemleri içinde dönüp duruyor.
Bütün virüsler gibi bu zihin virüslerinin de en önemli özelliği kendilerini çoğaltmaları ve iletişim yoluyla yaymaları… Tabi ki biz de bu virüsleri çocuklarımıza, öğrencilerimize, arkadaşlarımıza, bizi izleyenlere, çalışanlarımıza yayıyoruz elden geldiğince hızlı. Ve dil, bu virüsün yayılması için en doğal ortamı sağlıyor çoğu zaman.
Bu virüslerin varlığında ve sizin işlem kapasitenizden yediğine inanmıyorsanız bir daha herhangi bir problem yaşadığınızda durun ve kendinize sorun: “Neden ben böyle bir problem yaşıyorum? Neden tepkisel davranıyorum? Neden aklımı kontrol edemediğim bir şeye bu kadar takmış durumdayım? Peşinde koştuğum şey aslında benim temel ihtiyaçlarımdan biri mi? Bu, elimde gösterebildiğim, hissimle bildiğim, gerçeklerle desteklenen bir durum mu, varsayımlarla mı hareket ediyorum?…” Bu ve benzeri soruları sorduğunuzda geri planda işleyen ve kendisini uzunca süredir saklayarak gücünüzden yiyen virüsün sesini belli belirsiz duyabilirsiniz belki de! Duyduktan sonra tek yapılacak ise iyi bir virüs temizleme programı bulmak! ;)
Leave A Comment