Okuma süresi: 5 dakika

Tüm çabamız mutluluk üzerine. Tüm reklamlar mutluluk satıyor. Masallarımız “ve sonsuza dek mutlu yaşadılar…” diye bitiyor.

Ancak yaşamlarımızın (ve ülkemizde olanların) gösterdiği gibi, mutluluk fazlasıyla hareketli bir hedef… Tamamen koşullara bağlı, bizim mutluluğumuzu bağladığımız koşullar var oldukça geliyor, bu koşullar değiştikçe gidiyor. Ve çoğu zaman bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz koşullar sağlansa bile, tam olarak beklediğimiz tatmini sağlayamıyorlar, keçiboynuzu tadında sevinçler yaşıyoruz biz, kendimizi mutlu olduğumuza inandırmaya çalışırken, bir yandan da bunu da kaybetmekten korkarak… Güvenlik desen, onun da gerçekçi olmayan bir peri masalı olduğunu, ve peri masallarının masal olduğunu artık anlamış olmamız lazım.

O zaman bunların, kalıcı mutluluk, tatmin, güvenlik arayışımızın yerine ne koyabiliriz? Bu tamamen dışa bağımlı, pek de gerçekçi olmayan beklentilerimizin yerine koyabileceğimiz ve bizi gerçekten dış koşullardan bağımsız ve etkin kılacak şeyler neler olabilir acaba? Bizim yaşamımızı yaşamaya değer kılacak, eylemlerimize anlam verecek, bizi bütün hissettirecek haller, yaklaşımlar, amaçlar neler olabilir?

Bu soruların yanıtı, kısıtlı görüşümle değerlendirdiğimde, sanki şunlarmış gibi geliyor bana:

Halinden memnuniyet geliştirmek, tüm dış koşullar değişse de kalıcı olan, onlara bağlı olmayan, içsel bir memnuniyet…

Önce kendi, sonra başkalarının yaşamlarına ışık olabilmek, o yaşamların içindeki karanlığa, cehalete, yanlış anlamalara bir nebze olsun aydınlık getirebilmek…

Kendine ve başkalarına, bu karanlığı, cehaleti, ve yanlış anlamaları nedeni ile verdiği ıstırabı, Camus’nun ve diğer varoluşçu felsefecilerin “varoluşsal acı” dediği şeyin kökenlerini anlayıp o kökleri kurutmaya çalışmak…

Bunları söylemek, hatta bazen taklidini yapmak kolay, hayata geçirmek zor. Bu noktada sormamız gereken temel soru ise şu, bence…:

Bir insanın halinden memnun, kendisinin ve başkalarının yaşamına ışık olarak, ve kendine ve başkalarına ıstırap vermeden yaşayabilmesi için neye ihtiyaç var acaba?

Bunca yıl bir çok kişiye karşılaştıkları problemleri aşmaları için destek olduktan, insan gelişimini kendime ana kişisel ve profesyonel ilgi alanım yaptıktan ve kendi memnuniyetsizliğime, kendi karanlığıma, ve kendi ıstırabıma bakmak için tüm kalın kafalılığıma rağmen benden umudu kesmeyen öğretmenlerimin inatçılığı sayesinde ve onların desteği ile çabaladıktan sonra (ki hala da pek bir yere vardım sayılmaz!) sanki şu bir kaç şey kritik gibi gözüküyor bana:

Kendi bedeninle ve fiziksel gerçekliğinle güçlü ve destekleyici bir ilişki.  

Death_to_Stock_Tactile_2Biz kendimizi bedenimiz sanıyoruz. Onun çektiği acıları kendi acılarımız, onun arzularını kendi arzularımız, onun isteklerini kendi isteklerimiz sanıyoruz. O yok olunca, yok olacağımızı sanıyoruz.

Belki bunların hepsi de doğrudur, kim bilir. Ancak özellikle durum böyleyken, biz tüm bunlara inanırken, nedense kendi bedenimizle kurduğumuz ilişki, evlere şenlik. Sanki bir düşmanla savaşır gibi savaşıyoruz bedenimizle. Onu, içine yaşamaya mahkum olduğumuz bir hapishane gibi görüyoruz. Onun görüntüsünden, isteklerinden, şeklinden, hemen her şeyinden şikayetçiyiz, ve hayalimizde yarattığımız bir ideale dönüşmesi için ona akıl almaz işkenceler yapıyoruz. Zihnimiz devamlı onun arzularıyla, rahatıyla ve güvenliği ile meşgul, ve bunlardan herhangi biri tehdit altına girince tüm irademizi kaybediyoruz, ve yine de hem bedenimizden, hem de bu durumumuzdan nefret ediyoruz.

Bir yandan da onunla hiç bir temasımız yok. Herhangi bir anda aslında bedenimizin gerçekte ne istediği, nasıl hissettiği ve neye ihtiyacı olduğu hakkında hiç bir fikrimiz yok, çoğu zaman bedenin ihtiyacı sandığımız şeyler, zihnimizin tatminsizliğinin bize anlattığı şeylerden ibaret.

İşte bu yüzden, bedenimizle bu ilişkiyi yeniden kurmadan, onunla barışmadan, onu tekrar ve derinden dinlemeye başlamadan, ve kendimizi bir yandan bedenden ibaret sanırken bir yandan da James Joyce’un dediği gibi “bedenimizden belli bir mesafe uzaklıkta” yaşamayı bırakıp, onun içinde yaşamaya başlamadan ne halimizden memnuniyet mümkün, ne kendimize veya başkalarına faydalı olmak, ne de varoluşsal acımızdan kurtulmak.

Açık bir kalple yaşayabilecek cesaret.

photo-1414637104192-f9ab9a0ee249Ne kadar da yaralı kalplerimiz. Karşılanmayan beklentiler, hayal kırıklıkları, kaybedişler, elde edemeyişler, reddedilişler, terk edilmeler… Travmanın bir tanımı olan “çok fazla, çok hızlı, çok erken” sanki bizim yaşamımızın bir özeti, ve sıradan bir günü gibi duyulmuyor mu, ne dersiniz? Tüm bunların sonrasında kalplerimizi korumaya almamız kadar doğal ne olabilir, değil mi? Yoksa her bir etkileşim, her bir olay, kalbimizin üzerindeki bin bir kağıt kesiğine bir tane daha ekleyeceğe benziyor sanki… Ve böylece biz bir daha incinmemeye, bir daha aynı “salaklığı” yapmamaya, bir daha kendimizi bu kadar açmamaya, bir daha bu kadar acı çekmemeye, bir daha bu hisleri hissetmemeye yemin ediyor, kendimizi ve kalbimizi kapatıyor, katılaştırıyor, “büyüyoruz”.

Ama maliyeti büyük. Duyguları seçici olarak kapatamıyor insan. Duygulanım organımız kalp kapanınca, tüm duygular gidiyor. Çoğumuz, boynumuzdan aşağısı yokmuş gibi, hisler ve duygular dünyasından uzakta, bu korkutucu, kontrol edilemez, ürkütücü ve yabancı, ancak bir o kadar da renkli, canlı, hayatın kendisi olan dünyadan kopuk, soluk, renksiz, inişleri ve çıkışları olmayan, bu sayede güvenli ancak sıkıcı, kısıtlı, tutsak yaşamlar yaşıyoruz. Böyle bir yaşamda halinden memnuniyet, kendime ve başkalarına ışık olmak, ve acıdan ve ıstıraptan korunmak, ne kadar mümkün, tahmin edin.

Diğerlerimiz ise tamamen duygularına esir. Her gelen duyguyla bir o yana, bir bu yana savruluyor, herhangi bir stabilite sağlayamadan, yaprak misali, yaşayıp gidiyoruz.

Dış koşulları ve başkalarını kontrol etmem mümkün değilse, ve yine de kalbimi açarak ve bu sayede tüm renkleri yaşayarak, ancak yine de zihnimin efendisi olarak yaşamak istersem eğer, o zaman ne yapabilirim? Hayal etsenize, “başıma ne geleceğini kontrol edemem, ancak her ne olursa olsun, olanlara ve hayatıma olduğu gibi kalbimi açmaya, ve onun bana getireceği tüm duyguları koşulsuz ve şartsız olarak yaşamaya, ancak yine de onların esiri olmamaya izin verebilirim” diyebilecek ve bu sözün hakkını verecek cesarete ve kalp gücüne sahip olduğunuzu? Nasıl bir özgürlük olurdu acaba, kalbimizde ne hissedeceğimizden korkmadan ve onu kucaklayarak, ve bu sayede kalbimizin en derinliklerinde hissettiğimiz doğrulardan kopmadan, onun gösterdiği yönde yaşayabilmek? Ve bu yüzden bazen kalbimizde hayal kırıklığı, üzüntü, hatta acı duysak da, bu duygulardan kopmadan ve yine de esirleri olmadan, kendimizle ve dünyayla barış içinde, halinden memnun, kendine ve başkalarına ışık olarak, ve bu duyguların ıstıraba dönüşmesine müsaade etmeden yaşamak?

Olanı olduğu gibi gören berrak bir zihin.

Tüm bunları yapabilmenin en önemli koşulu ise berrak bir zihin geliştirebilmek. Mevcut hali ile zihnimiz, içinde dolaşan düşüncelerin, rahatsız edici duyguların, korkuların, hırsların, endişelerin, kendimizle ve dünya ile ilgili gerçek olmayan hikayelerin esiri halinde… Kendini bu zihin objeleri ile tamamen karıştırmış durumda, kendini o objeler sanıyor… Hatta, kendini karıştırmakla kalmamış, bizi de bu objeler olduğumuza, bunlardan oluşan bir “ben” olduğumuza inandırmış durumda. Özne, kendisinin nesnelerden oluştuğunu sanıyor, bu yüzden de devamlı acı çekiyor sizin anlayacağınız… Bu yanlış anlamayı düzeltmeden, zihnim nasıl özgür olabilir, nasıl beden ve kalple, ve tüm dünya ile doğru bir ilişki kurabilir, nasıl olanı olduğu gibi görebilir?

Çok sevdiğim bir benzetme: Zihin kendini karanlık bulutlar sanıyor. Aslında bu bulutların içinde yer aldığı gökyüzü olduğunu, bulutların ne kadar çok ve karanlık olsa gökyüzünün doğasını değiştiremediklerini anlamıyor. Ve zihin, devamlı gelip geçen bulutlar olmadığını, o bulutların ardındaki hiç bir zaman parlaklığını, açıklığını ve enginliğini yitirmeyen berrak gökyüzünün kendisi, kendi doğası olduğunu idrak etmediği sürece, ne gerçek anlamda halinden memnuniyet mümkün, ne başkalarına ve kendine mutlak anlamda fayda, ne de ıstıraptan kurtulmak. Düşünsenize, kendinizi gelip geçen, herhangi bir sürekliliği olmayan, her an ve hiç bir kontrolünüz olmadan değişen bulutlar sanırken ve onların bu değişkenliğinden bu kadar korkarken, ne kadar, nasıl mutlu olabilirsiniz ki?

Güçlü beden. Açık kalp. Berrak zihin. İşte bu üç amaç, bu üç çıpa, bu üç hal, benim hem kendi büyüme çabamı, hem de danışanlarıma olmaya çalıştığım desteğin temelini oluşturuyor.

Bunları tabi ki ben keşfetmedim. Bunlar, başta Cem Şen olmak üzere hocalarımdan, kitaplardan, kendi yolculuğumda Gestalt, meditasyon, Anadolu geleneği, Budist, Taoculuk ve sayısız diğer ekollerden, danışanlarımdan, ve onların kendi yaşamlarında ve liderlik yaptığı kurumlarda mutluluk ve başarı yaratmaya çalışmalarına destek olurken öğrendiğim şeyler. Ve bunlar, kendi kısıtlı deneyimimle, her geçen gün daha derinden anladığım, kendi yaşamımda ulaşmak, idrak etmek, yaşamak için tüm çabamı odakladığım şeyler.

Bunlar ben kendi danışanlarımla ve kendimle çalışırken kendimce bir şekilde bir araya geliyor ve kristalize oluyorlar. “Sanki” diyorum, “gerçekten mutlu, halinden memnun, kendine ve çevresine ışık veren, ve ıstıraptan uzak duran bir yaşamın öğrencisi olmak bu üç şeyi içeriyor: Güçlü bir beden, açık bir kalp, ve berrak bir zihnin yolcusu, öğrencisi olmak.

Bu üç şey bir araya geldiğinde, daha iyi bir kelime bulamadığım için “Bütünleşmiş Prezans” dediğim varoluş hali doğuyor sanki: Kendi ile ve kendi içinde bütün, çevresi ve dünya ile bütün, deneyimi ile bütün. Kopuk değil. Ayrı değil. Uzak değil. Bütün. Bir. Bu yüzden de eylemleri, duruşu, anlayışı da bütünlük içinde. Etkin. Sonuç beklentisi ile olmadığı için, sonuç üreten. Mutlu olmaya çalışmadığı için, mutluluk veren.

İşte yeni projem de bu. Yakın zamanda, bu başlıkla, beraberce bu yolda yürüyebilmek için başlatacağım eğitim çalışmasının adı:

Güçlü Beden, Açık Kalp, Berrak Zihin.

Yukarıda detaylandırdığım üç ana alanda ilerlemeyi, yola çıkmayı ve adım atmayı amaçlayan, ve bizi çok heyecanlandıran bu çalışma hakkında çok yakın zamanda daha fazla bilgi paylaşacağım.